Askerî suçların sivil yargıda yargılanması ile alakalı iki maddelik kanun nice tartışmalara sahne oldu Türkiye'de. Böyle giderse olmaya da devam edecek.

Ülke gündemini kilitleyen söz konusu tartışmalarda benim ilgi alanım olması itibarıyla olsa gerek en çok dikkatimi çeken Medine Vesikası özelinde gündeme getirilen çok hukukluluk meselesi idi. Basın yayında bazı akademisyen-köşe yazarları kalem oynattı bu hususta. Doğrularla yanlışların iç içe girdiği yorumlardı bunlar. İdeolojik önyargıların, kendi perspektifinden okumaların ürünü idi bu yazıların çokları. Karşılıklı, ama itiraf etmeliyim ki oldukça seviyeli bu tartışmalara en son Medine Vesikası üzerinde yıllarını veren Ali Bulaç Bey katıldı. Çok kısa ama kısa olduğu ölçüde de net açıklamalarda bulundu mevzu ile alakalı olarak.

Bu sürece, tarihî gerçeklerin yanlış anlaşılmalara meydan vermemesi ve kısmen bilgi yanlışlığını tashih anlamını taşıyacak bir yazı ile ben de katılmak istedim. Dolayısıyla okuduğunuz yazının kaleme alınmasındaki temel sebep ve motivasyon unsuru "Hakkın hatırı âlîdir" prensibidir. Çünkü söz konusu olan İslam ve İslam Peygamberi'nin bizzat kendisinin hayata tatbik ettiği sıra dışı bir anlaşmadır ve tarih boyunca Müslümanların temel referans noktalarından biridir. Dolayısıyla bunun yanlış bilinmesi, anlaşılması ve yorumlanması başka birçok yanlışlara kapı açacaktır.

"Peygamber'in Medine'yi ele geçirmesinden sonra" diye başlıyor yazar yorumlarına. Bilinerek yazıldı ise tarihî bir tahrif, değilse tarihî bir yanılgıdır bu. Söz konusu olan Mekke olsa aynı itirazı yine yapardım ama "Mekke fethi" söylemi ile dile getirilecek karşıt itirazları izahı göze alarak. Ama söz konusu olan Medine ve Medine'ye hicret olunca, karşıt itirazı aklıma bile getirmeden ayrı bir rahatlık içinde yaptım bu itirazı. Çünkü tarihin şehadetiyle sabittir ki "Medine'yi ele geçirdi" ifadesinin zihinlerde yaptığı ve yapacağı çağrışımı hak edecek bir eylemde bulunmamıştır Allah Rasulu (sas).

Efendimiz'in Medine'ye hicret ettiği dönemde, şimdiki dönemlerde olduğu gibi mevcut devletten oturum izni alma ve benzeri çizgide akla gelecek bir düzenleme yoktu. Bunu bırakın, devlet bile yoktu. Kabile kurallarının hakim olduğu bir toplu yaşam geçerliydi. Güçlü olanın, gücü olanın hakim olduğu bir düzensizlik düzeni hakimdi Medine'de. Sistem adına sistemsizliğin geçerli olduğu bir yapıydı bu. Bundan dönemin Medine yerlileri de rahatsızdı ve bir sistem arayışı içindeydiler. Tarihî kayıtlara göre 'Abdullah b. Ubeyy b. Selül'ü başlarına kral yapalım' müzakerelerini yapıyorlardı Efendimiz'in Medine'yi teşriflerinden az önce. Nitekim İ. Selül'ün münafık olmasını buna bağlayan birçok tarih yazarı vardır. Çünkü Hz. Peygamber'in (sas) Medine'ye yerleşmesi, onun kral olma sürecini akım bırakmıştır.

İslam tarihindeki ilk nüfus sayım kayıtlarına göre –ki Efendimiz'in Medine şehir site devleti başkanı olduğunda yaptığı ilk iki icraattan biridir nüfus sayımı. İkincisi ise devletin sınırlarının belirlenmesidir- 4.500 müşrik, 4.000 Yahudi ve 1.500 Müslüman nüfus vardır. Kaldı ki sayıları 1.500'ü bulan Müslüman nüfusun bir kısmı Efendimiz'in Medine'ye intikali ile şehir site devletinin kurulması arasında gelmiştir. Toplam nüfusun neredeyse yedide birini oluşturan bir taraftar kitle ile Medine'nin ele geçirilmesi söz konusu değildir. Ne müşrik ne de Yahudilerle yani dönemin Medine yerlileri ile oraya yerleşmek için savaş yapılmış da değildir. Aksine hemen herkesin ön kabulüne mazhar olmuş bir yerleşme vardır. "Talaa'l bedru aleyna" deyişleri ile karşılanmıştır Efendimiz ve beraberindeki Mekke heyeti. Bunu söyleyen elbette Müslümanlardı. Ama diğerleri de Medine'yi keşmekeşlikten kurtaracak insan nazarıyla bakmışlar ve karşı koyabilecek maddî güce sahip olmalarına rağmen hiçbir şey dememişler, aksine memnuniyetle karşılaşmışlardır Efendimiz'i. Öyleyse bağlayalım; "Medine'yi ele geçirmesi" neresinden bakarsanız bakın vahim bir hatadır.

Çok hukukluluğa gelince; yazar bu kavramı çok farklı bir bağlamda kullanmış. Yargı özelindeki asker-sivil tartışmasını çok hukukluluk diyerek Medine Vesikası'nı adeta bir teşbih malzemesi olarak kullanmak son derece yanlış. Neden? Öncelikle Medine Vesikası denince şunu unutmamak lazım; anlaşma, rakamlarını yukarıda verdiğimiz Yahudi, müşrik ve Müslümanların karşılıklı müzakereleri sonucu ortaklaşa bir konsensüsle oluşturdukları maddelerden müteşekkildir. Onların kendi aleyhlerine olacak, yaşam alanlarını daraltacak maddelere imza atması herhalde düşünülemez.

İkinci olarak, kamusal ve özel alan ayırımı -merhum Hamidullah Hoca'nın tesbitlerine dayanarak söylüyorum- tarihte ilk defa Medine Vesikası ile gerçekleşmiştir. Ama bu demek değildir ki söz konusu ayırım ilanihaye böyle devam edecek; o değerleri siyaset ve idare anlayışına yansıtan İslamî duyarlılığa sahip sistemler norm ve formuyla hayata taşıyacak! Hayır, bunun bir vakıa olduğunu söylemek, tarihi bilmemek, "böyle olmalı" diye hedefler koymak, "böyle olabilir" diye yorumlar yapmak da İslam'ı genel-geçer kuralları ile bilmemek demektir.

Aradan geçen 15 asırlık İslam tarihi içinde makalede dile getirilen çizgiye taban tabana zıt uygulamaların varlığı bile tek başına bunun şahididir. Kamu ve idare hukukunda üniter devlet ve o devletin hukuk anlayışını her türlü farklılıklara rağmen bütün vatandaşlarına uygulayan Osmanlı Devleti, bütün arşivleri ile gözümüzün önünde. Burada en ilginç nokta, Osmanlı Devleti'nin bu sisteme evet derken dayanak noktası Medine Vesikası. Özetle, kamu alanında çok hukukluluk, kamu hukukunun varlık gayesine terstir. Hukukun gayesi eğer kamu düzeninin sağlanması ise kamu alanındaki çok hukukluluk ile kamu düzeni sağlanmaz. Gördüğünüz gibi yanlış, her yerde ve her zaman yanlıştır; kim söylerse söylesin. Yanlıştan doğruya gitme ise mümkün değildir.
 
Kaynak: Zaman