Yurtdışında yaşayınca Türkiye gündemini takip edemiyorsunuz; çünkü olayların içinde değilsiniz.
Açık istihbarat denilen TV ve gazeteler elinizdeki yegâne kaynak. Dolayısıyla gündemi takip, onların penceresinden oluyor. Kaldı ki Türkiye'de olsanız ne olur; halkın içinde halkla beraber halkça bir yaşama sahip olmayınca da aynı şeyler geçerli değil mi?
Fıkhî meselelerin yazıldığı bir köşede bu düşünceler neden demeyin; çünkü fıkıh zaten hayat demek. Hayattan kopuk bir fıkha, fıkıh denemez ki. Fıkhî görüşler, kanaatler, hükümler masa başında, müzakere ortamında kafa patlatılarak üretilse de, kaynağı Kur'an ve sünnet olsa da onun uygulama alanı hayattır.
Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan "Hediye mi, rüşvet mi?" başlıklı yazım üzerine bir e-posta aldım. İnanıyorum o okuyucu bu satırları yüreğinden kan damlaya damlaya yazmış. E-postanın muhtevasına sinen koku, insanın içini dağlayan candan ifadeler düşünce dünyanızda sizi alıp bir yerlere götürüyor. Bilmediğiniz, görmediğiniz, duymadığınız ama onun işi icabı hem de her gün yaşadığı bir gerçek bu hayatın içinde. Gerçek mi demeliyim bu manzaraya yoksa kokuşmuşluk mu, kestiremiyorum. Ona siz karar verin.
"Çözüm ortaklığı" deniyormuş ülkemizde bunun adına. Dostu keskin bir tavsiyede bulunmuş ona ve "Eğer çözüm ortaklığına yanaşmazsan, boşuna ticaretle uğraşma." demiş; "Aksi halde malını satamazsın." diye de ilavede bulunmuş. Anladınız siz; rüşvetten bahsediyorum. Bir kuruma mal satılırken alınan rüşvetten. Yüzlerin, binlerin adının olmadığı, ağzımızı açtığımız an milyon dediğimiz rakamlardan. Satıcıya muhatap olan yönetici satış rakamı üzerinden % 5-% 7-% 10 istiyormuş. Pazarlığa açık anlaşılan. Sonra da ihale sizde kalıyor, siz de anlaşılan miktarı el altından ilgili şahsa veriyormuşsunuz. Artık onlar bu yüksek miktarı kendi nasıl paylaşıyorlar, bizim meçhulümüz? Şöyle bitiriyor okuyucumuz: "5000 TL maaş alıp nasıl BMW'ye binildiğini şimdi anlıyorum, ama işin içinden çıkamıyorum."
Eğer kastınız anlamak ve anlamlandırmak ise bu işin içinden hiç kimse çıkamaz. İslamî nasslarla adına da rüşvet denerek açık ve seçik bir şekilde haram kılınan bir muameleye "çözüm ortaklığı" adını veren bir zihniyet var karşınızda çünkü. İsim değiştirerek meşruiyete zemin hazırlama adına meseleyi hafifletmeye çalışan profesyonel bir zihin bu. Hadisenin hem inanç, hem psikolojik, hem kanuni vb. bütün veçhelerini düşünüp ona göre tedbir alan, düzenlemeler yapan bir yapıyı, kazancıma haram lokma karışmasın inancıyla gecesini gündüzüne katarak çalışan bir Müslüman anlayamaz ki?
Dinî değerleri değil, böylesi uygulamaları yıllar ve yıllar boyu yapan seleflerini esas alan; "ama onlar yıllarca bu ülkeyi ve bu ülke insanını aynı makamlarda aynı yollarla sömürdü" diyerek onları "hoca, örnek, model" kabul eden bir zihniyetten bir şey beklenebilir mi, bilmiyorum.
'Ama onlar da Müslüman' dediğinizi duyar gibiyim. Olabilir; herkes hesabını Allah'a kendisi verecek. Dolayısıyla o kişi ve kişilerin Müslümanlığı ile alakalı bir şey deme yetkisine sahip değilim; hiç kimse de değil. Fakat şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim; iman yaptırım gücünü o zihinde ve kalbde kısmen kaybetmiş. Bu kadar. Bedende kaybetmemiş olabilir. Dili "elhamdülillah Müslüman'ım" diyebilir. Aza ve uzuvlar namaz kılıyor olabilir. Fakat bunlar 'iman, yaptırım gücünü kısmen kaybetmiş' yaklaşımının yanlışlığını değil doğruluğunu ortaya koyan bir manzaradır. Çünkü Kur'an hakiki namazın, insanı münkerat ve fuhşiyattan alıkoyacağını söylüyor bize.
Fıkhî olarak bir şey demediniz diyebilirsiniz? Burada fıkıhtan kastınız; haramdır, helaldir türü bir hüküm olsa gerek. "Hediye mi, rüşvet mi?" yazısına tekrar bakmanızı tavsiye ederim. Orada alana ve verene haram, alana haram, verene helal türü kategorik ayrımlar yapmıştım. Cevabı orada açık ve sizin vicdanınızda gizli.
Kaynak: Zaman