Avrupa'nın 19. Yüzyılı parlak bir dönem miydi? Tamamen, dikkate alacağınız kriterlere bağlı. Avrupa boydan boya devrimler, savaşlar, yoksulluk ve hastalıkla kavruldu. Sömürge savaşları bütün dünyaya yayıldı. Dünyanın zenginlikleri Avrupa'ya aktı. Fakat Avrupa şehirlerinde, köylerinde halkın büyük bir refaha kavuştuğunu söyleyemeyiz. Henüz günümüzdeki sosyal dengeler kurulmuş değil. Londra, Paris, Viyana toz duman, çamur içinde. Günümüzün şehir yapılanmaları, yeni yeni başlıyor. Arka sokaklar hiç güvenli değil. Köleler, kadınlar ikinci sınıf vatandaş. Kömür madenlerinde çocuk işçiler çalıştırılıyor. Türlü bahanelerle ayrımcılık had safhada.
Bir de başka açıdan bakalım. 20. Yüzyıla şekil veren ünlü düşünürler eser veriyor; J. S. Mill, Keynes, Darwin, Engels, Comte, Durkhaim, Rousseau, Marks, Hegel... Kapitalizmin, Sosyalizmin, Liberalizmin temelleri atılıyor. İdealizm, pozitivizm, materyalizm, yeni kantçılık... Aydınlanma çağının ürünleri ve evreleri yaşanıyor. Modern endüstri çağının kapıları açılıyor. Edebiyatta, sanatta günümüzde halen başyapıt sayılan eserler veriliyor; Austen, Dickens, Wilde, London, Poe, Gogol, Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski, Beethoven, Schubert, Paganini, Strauss, Chopin, Liszt, Wagner, Tchaikovsky... Bu ustaların etkileri 20. Yüzyıla ve günümüze kadar uzanıyor. Sadece etkisi değil, halen bugün eser vermiş gibi okunuyor, dinleniyor. Zaman geçtikçe unutulmak şöyle dursun, sanki önemleri artıyor. 19. Yüzyıl, modern çağın şekillendiği dönem. Dünya savaşlarının siyasi ve felsefi temelleri bu dönemde atılıyor.
Söz konusu dönemi bizimle karşılaştırmak istediğimizde belki gerilere, 12., 13. Yüzyıllara gitmemiz gerekiyor. Bir medeniyetin oluşum dönemine. Fakat ben burada bir başka oluşum olan Cumhuriyet devrimizle ilgili bir karşılaştırma yapmak niyetindeyim. Özellikle kuruluştan 50li yıllara kadar olan dönem. Memlekette yoksulluk, azgelişmişlik kasıp kavuruyor. Siyasi yapı tek partiye dayanıyor. Bireysel özgürlükler son derece kısıtlı. Şehirler duman, çamur deryası. Vatandaşın "satın alma gücü" çok zayıf. Çoğunluk kırsal kesimde, gayet mütevazi koşullarda yaşıyor. Tarım ve hayvancılık esas geçim kaynağı. Kısacası bugünün bakışıyla "gelişmemiş", yoksul bir dönemden söz ediyoruz.
Şimdi bu döneme bir de başka açıdan bakalım. Yeni bir devlet ve ulus oluşturuluyor. Geçmişten gelen birikim, hesaplaşmalar yeni bir formda değerlendiriliyor, geleceğe taşınıyor. Bu süreçte önemli siyasi, edebi, askeri, dini şahsiyetler, otoriteler yetişiyor. Mehmet Akif, Necip Fazıl, Ziya Gökalp, Said Nursi, Mustafa Kemal, Nazım Hikmet, Şeyh Esad Efendi, İskilipli Atıf, Kazım Karabekir, Fuat Köprülü, Yahya Kemal, Kemal Tahir, Nurettin Topçu... Dünya görüşleri farklı olabilir ama bu isimlerin ortak özellikleri vardır. Her birisi kurucu özelliğe sahip, kuvvetli şahsiyetlerdir. Eserleriyle kendilerinden sonraki dönemleri fazlasıyla etkilediler.
Yeni Türk Edebiyatı derslerinde okutulan edebiyatçılar hep bu geçiş ve kuruluş dönemine aittir. Edebiyat akımlarına bakalım; Milli edebiyat, Garip, Beş Hececiler, Birinci, İkinci Yeni. Mehmet Akif, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Yakup Kadri, Ziya Osman Saba, Ataç, Melih Cevdet, Behçet Necatigil, Edip Cansever, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Arif Nihat Asya. Buna Cumhuriyetin başından beri çıkan dergileri de eklemek lazım. Sıratı Müstakim, Ağaç, Çınaraltı, Kadro, Yaprak, Varlık, Hisar, Büyük Doğu, Hareket, Diriliş, Edebiyat, Mavera... Yalnız edebiyatı değil, düşünce akımlarını, müzik sanatçılarını, hatta mimariyi düşünün. O dönemde yaşanan maddi yoksullukla ters orantılı olarak özgün, kalıcı, sonraki dönemleri etkileyen eserler verilmiştir. Sonraki düşünce ve edebiyat akımları kendilerini şu veya bu şekilde o dönemin ustalarına dayandırma gereğini duymuştur, duymaktadır.
Ve tek parti döneminde yapılan çeviriler ve yayınlar; Batı ve İslam klasikleri. Bu kitaplar defalarca basıldı, kütüphanelerde yer aldı, halen Milli Eğitim yayınlarının önemli bir parçasını oluşturuyor. Günümüzde çeviriler onların seviyesine ulaşamıyor. Türk aydını, Türkiye kültür dünyası onlarla beslenmeye devam ediyor. Nazım Hikmetin şiirlerini düşünelim. Onlar olmadan Türk solunu düşünemeyiz. Said Nursi'nin eserleri ülkemizde başlı başına bir fenomendir. Rısale-i Nur külliyatı yalnız ülkemizde değil dünyanın birçok yerinde kim bilir kaç milyon insanın kütüphanesini süslüyor. Rusya Çarlık devrinde nasıl Dostoyevski gibi aydınları Sibirya'ya sürdüyse günümüzde de Risale nüshalarını yasaklama, okurlarını takip etme gereği duyuyor.
Siyasi liderler geçiyor, bu insanlar ve eserleri kalıyor. Burada sadece basılı eserlerden değil, kitlelerden, milyonlardan söz ediyoruz. Akif'in Safahat'ı milyonlar basıyor. Necip Fazıl'ın eserleri önemli bir kesimin aklını, kalbini besliyor. Nuri Pakdil, Sezai Karakoç aynı ırmağı günümüz sularına kadar getiriyor. İnsanlar kendilerini o dönemin öncü şahsiyetlerine yakınlığıyla tanımlıyor. Yani onları izlemek bir aidiyet oluşturuyor.
Kuruluş döneminden günümüze doğru maddi refahtaki gelişmeye ters orantılı olarak, yol açıcı kuvvetli şahsiyetlerde bir azalma söz konusudur. Sonraki nesiller, öncekilerin açtığı yoldan gitmektedir. Bu durum ülkemizde farklı görüş ve eğilimlerin ortak özelliğidir. Düşünce, sanat ve edebiyat açısından günümüz Türkiye'si, dünyada olduğu gibi, bir bakıma hazırdan yemektedir.