Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Suriye ziyareti sırasında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esed'in İsrail tarafıyla dolaylı müzakereler sırasında Türkiye'nin daimi arabulucu olması ve arabuluculuğun iki ülkedeki hükümetler değişse dahi sürmesi konusunda anlaştıkları yönündeki açıklaması dikkat çekmişti. 
 
Esed, konuşmasının devamında Suriye'nin Türkiye'siz müzakerelere başlamasının mümkün olmadığını ve Türk rolünün bu alanda çok önemli olduğunu belirtmişti. Suriye Devlet Başkanı bu açıklamalarla Suriye'nin Türkiye'ye ve rolüne olan güvenini teyit etti. Bu güven, başka Arap çevrelerin Türk rolüne yönelik tutumları için çok da geçerli değil. Suriye'nin Türk rolüne güveni, bir on yıl öncesine kadar savaşın eşiğine gelmiş iki ülke arasında geçmişte görülmedi. Bugün Şam ile Ankara arasındaki ilişkiler herhangi iki devlet arasındaki ilişkilere model olarak gösteriliyor. Türk Cumhurbaşkanı'nın ifadeleri de Suriye'nin iyi niyetlerine olan güveni yansıttı. Biz Arapları ilgilendiren husus, dünyanın İbrani oluşumunu ve Batı'nın bölgedeki çıkarlarını savunarak üzerimize üşüştüğü bir ortamda dostlar kazanmamızdır.

2002'den bu yana Türkiye, Arap sorunlarını destekleyen bir tutum izledi. Bize yönelik Türk yakınlaşmasının İsrail'le veya Batı'yla ilişkilerini kesme bağlamında olmadığı doğru ancak esasında böyle bir şey de istemiyor veya şu süreçte hedeflemiyoruz. Fakat yedi yıldan bu yana Türk tutumundaki değişim herkesin malumu olup gün geçtikçe ilerliyor ve derinleşiyor. Türkiye'nin, kendisini Suriye ve İsrail tarafından kabul edilebilir bir arabulucu olarak sunma başarısı ve Washington'ın bizzat Barack Obama'nın kendi ifadesiyle bu rolü ve 'Erdoğan yönetimini' desteklemesi, hiç kuşkusuz Türklerde bulunan iyi niyetten değil sadece, aynı zamanda Türkiye'nin etki kartlarına ve ulusal çıkarlara sahip olmasından kaynaklanıyor. Türkler, ülkelerinin konumunu ve kendilerine güç, nüfuz ve etki kazandıran muhtemel rolleri nesnel ve gerçekçi okudukları zaman din etkeni gibi ulusal çıkarlarının ve kültürel kimliklerinin Suriye'den Irak'a, oradan İran, Mısır, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri'ne kadar Arap ve İslam ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmayı gerektirdiğini görecekler ve gördüler de. Suriye'nin Türkiye'de değişen bölgesel tabloya yönelik doğal okuması, işbirliğinin kazanımlarının karşılıklı restleşmenin zararlarından daha büyük olacağı yönündedir. Nesnel okuma ise sadece iç etkenler ve bölgesel şartlarla değil, her tarafın kendi siyasî, coğrafik ve ekonomik coğrafyasındaki konumuna yönelik bir bakış açısının varlığıyla harekete geçer.

Hiç kuşkusuz Abdullah Gül, 'Suriye'nin, Türkiye'nin Arap dünyası kapısı olduğu' sözünde gayet isabetliydi. Tıpkı Mısır'ın Sudan'ın Arap kapısı, Sudan'ın da Mısır'ın Afrika kapısı olması gibi. Zira coğrafya, ülkeler arasındaki ilişkilerin şeklinde belirli bir etkendir. Fakat bununla birlikte siyasî ve kültürel bakış açısı esas olarak kalmaktadır. Türkiye, etrafını çok iyi okudu ve Batı'nın karşı konulmayacak ve yenilmeyecek bir zorba olmadığını iyi gördü. Yenilgilerimizin en önemli etkeni, ihmalkârlığımız, yabancıyla işbirliğimiz ve kendi mukadderatımızı yabancıya teslim etmemizdir. Örneğin 'uluslararası dörtlü komisyonun' Arapların temel sorununda hiçbir Arap veya Arap Birliği temsilcisini içermemesi akıl kârı mı? Arapların kendi rollerinden bu derece istifa etmeleri makul mü?

Bu noktadan hareketle uzun Arap gecesinde Türk arabuluculuğunun 'belirmesi', Arapların iyi niyetlerini ve Türkiye'ye barışın önündeki ciddi engelin sömürgeci ve yerleşimci projeleri barışa hizmet etmeyen İsrail olduğunu göstermeleri için bir Arap kurtuluş gerdanlığı mesabesindeydi. Son yıllarda alınan tutumların gölgesinde Türkiye'yi kazanmamız -ki kazandık da- bir Arap başarısı olacaktır. Şimdi önemli olan, bu kazanımı hâlâ Türk rolüne temkinli bir gözle bakan belli başlı diğer Arap ülkelerine uzanması için genişletmektir; ki objektif bir gözle bakıldığında bu rolünün doğruluğu ve samimiliği görülür. (El Haliç 22 MayIs 2009)
 
Kaynak: Zaman