Tarihi incelerken farkında olmadan yüzleştiğimiz önemli bir problem, günümüzle birebir karşılaştırma yapmamız oluyor. Bu belki bizim mevcut dünyada işimizi kolaylaştırıyor. Fakat kolaycılığın faturası genellikle siyasi ve sosyal boyutlarıyla tarihe çıkıyor. Çünkü sonuçta, içinde bulunduğumuz zamanı anlayışla karşılamış, kendini savunma imkanı olmayan geçmişi ise bir bakıma harcamış oluyoruz.
Diyelim ki bir Anayasa konusu var. Nam-ı diğer, Kanun-u Esasi. İlk Anayasa'ya ne zaman sahip olduk ? 1876'da. İlk Parlamento'ya ? Aynı yıl. Fakat "esas" başlangıç 1908. Daha geride II. Mahmut devri ilklerle dolu. İlk belediye, Tıbbiye, Harbiye, Rüşdiye, gazete, posta, vesaire. Bu durum, Avrupa ülkeleri için de geçerli. Üç – beş yıl farkla orada yaşananlar bize de yansıyor.
Peki Anayasa'dan önce Osmanlı toplumu hukuksuz bir toplum muydu ? 20 Milyon Kilometrekareyi bulan Osmanlı topraklarını idare eden sistem, hukuksuz olabilir mi ? Ya Belediye, posta hizmetleri ? Kırım'dan Yemen'e, Bosna'dan Kafkaslara uzanan topraklardaki, Akdeniz kıyısındaki şehirler, kasabalar, köyler, acaba belediyesiz nasıl yönetiliyordu ? Sokaklar bir türlü temizlenemiyor, içme suyu sağlanamıyor muydu ? Posta teşkilatı olmadığı için insanlar mektup yazıyor fakat nasıl göndereceğini bilmiyor muydu ? Hastalar şifa bulmak için Tıbbiyenin kurulmasını mı bekliyordu ?
Sosyal bilimlerde çağ merkezcilik veya Avrupa merkezcilik diye bir kavram var. Buna göre insanlık tarihi "ilkel" bir aşamadan günümüze doğru sürekli gelişiyor ve çağımızda uygarlık "doruk" noktasına ulaşıyor. Avrupa kültürünün ürünü olan bu yaklaşım ne yazık ki günümüzde tüm dünyayı etkiliyor. Biz de ister istemez ülkemize ve dünyaya bakışımızda bu hazır kalıplardan yararlanıyoruz. Kendi toplumsal tarihimiz hakkında bilgimiz olmadan, Avrupa tarihini öğrenebiliyoruz. Mevcut eğitim sisteminin bunda payı büyüktür.
Avrupa'daki aydınlanma çağı, sömürgecilik, sanayi devrimi gibi süreçler, kendi içindeki bir gelişmeyi temsil ediyor. Burjuvazinin ortaya çıkışı, Fransız devrimi ve Avrupa'ya etkileri hep yaşanan ekonomik ve sosyal değişimin sonuçlarıdır. Sosyal hayat değiştikçe ona uygun sistemler kendini göstermiştir. Bunu tersinden okursak, Avrupa'da daha önce var olan monarşi veya derebeylik sistemleri o günkü toplumsal hayatın bir yansımasıydı. Avrupa toplumları Kilise ve Devlet otoritesi arasında sıkışıp kalmıştı. Ortaçağ boyunca yaşanan bu gerilimi mutlak otoriteler genellikle dış faktörlere, zengin İslam dünyasına dikkatleri çekerek, sık sık haçlı seferi ilan ederek savuşturuyordu.
Fakat gün geldi yeni dünyaya bu geleneksel kalıplar dar geldi. Avrupa toplumları hem siyasi (monarşi) hem dini (kilise) otoriteye isyan etti. İlkinden parlamento, ikincisinden sekülerizm ortaya çıktı. Devlet otoritesine isyanın uzantılarını bugün de görmek mümkün. Avrupa'da devlet imajı zayıftır. Özellikle Avrupa Birliği çerçevesinde resmi olmayan kurumlara çok önem veriyorlar. Sivil oluşumlara her türlü desteği veriyorlar. Hele hele Türkiye gibi pazarlık süreci devam eden bir ülkede, resmi kuruluşlardan çok sivil kuruluşlara güveniyorlar. Bugünlerde bizde de sivil toplum kuruluşları gayet moda bir kavram. Bu tamamen aktarma bir durum olmakla birlikte yakın tarihimizde bir zemini vardır. İttihat ve tek parti devirlerinden sonra kendine alan açmaya çalışan toplumumuz ister istemez devletçi yapılara takılıyor. Genişleyebilmek için bulabildiği meşruiyet zemini sivil toplum kuruluşlarıdır.
Bunu bir ölçüde anlamak mümkündür.
Osmanlı toplum yapısında klasik dönemde merkezi hükümetin otoritesi sınırlıdır ve genel konuları kapsar. Sorumluluğu ise daha fazladır. Vakıflar devlet içinde devlet gibidir. Bugünkü birçok devlet fonksiyonu vakıflar tarafından yürütülür. Yollar, suyolları, aşevleri, çeşmeler, mektep ve medreseler, aklınıza ne gibi hizmet gelirse bir vakıf tarafından gerçekleştirilebilir. Çünkü her sosyal hizmetin bir vakfı vardır. Mahalle hocasının, bekçisinin nafakasını, mahalleli sağlar. Kısacası "sivil toplumun" altın çağından söz ediyoruz. Bunun gibi, o günkü toplumsal hayatta günümüzün belediye, hukuk, bankacılık, maarif, posta gibi hizmetlerinin nasıl görüldüğü konusu gayet kapsamlı bir konudur. Klasik dönemin Osmanlı resmi ve günlük hayatı, açıkçası bizim meçhulümüzdür.
Bir şeyi bilmediğimiz zaman bu, o şeyin değil, o şey hakkında bilgimizin olmadığını gösterir.