Muayene sırasında doktorun soruları, sizinle sınırlı değildir. Ağrı ve sızılarınızın yanında, ailenizde şeker, kalp vs. var mı diye sorar. İngiltere’de üç kuşak mide kanserinden ölen bir ailede en genç çocuğun, belli bir yaşa geldiğinde midesini aldırdığı haberi gazetelerde yer aldı. Genç torun, atalarından gelen hastalıktan kurtulmak için böyle bir yola baş vurmuştu. Hastalıkların insanın kodlarına işlediği, kalıtsal veya genetik olarak çocuk ve torunlara geçtiği bilinen bir gerçektir.

Toplumların da bir vücut gibi oldukları, bir hastalık varsa bütün bedeni rahatsız ettiği sık sık söylenir. Toplum bir bedense, onun da genetik kodları vardır. Onları iyi gözlemlemek, sosyal belirtilerin izlerini iyi sürmek gerekir. Yoksa kendinizi sürekli olarak şaşırmaktan kurtaramazsınız. Sosyal ve siyasal hastalıklarımız, reflekslerimiz, atalarımızdan kalan bir mirası yansıtıyor.

İşte bu noktada ortaya çıkan soru : Tarih bir disiplin olarak sosyal geçmişi değerlendirmeye yeter mi ? Esasen, bilimsel disiplinlerin oluşum döneminden bu yana araçlarda önemli değişiklikler gerçekleşti. Hem teknik anlamda, hem de siyasal ve sosyal ortam anlamında. Teknik anlamda kaynaklara ulaşım açısından oldukça farklı bir dönemdeyiz. Belgelere değil dijital kopyalarına bakıyoruz. Hem de dünyanın neresinde olursak olalım. Hemen çoğaltıp edinebiliyoruz. Şimdi teknoloji karşısındaki şaşkınlık dönemi yaklaşımına takılmak istemiyorum. O yaklaşım 19. yüzyıl hastalığıdır. Ne de olsa araçlardan söz ediyoruz. İnsan kalitesi, vukufiyet ve nüfuz gibi konular ayrıca değerlendirilmeli.

Bir de siyasal ve sosyal ortam dedik. Kırk elli yıl öncesi kaynaklara ulaşmak günümüze göre çok daha zordu. Çünkü ülkemizde arşivler ve kütüphaneler içler acısı bir haldeydi. Zenginlik açısından değil, tasnif ve hizmete sunum açısından. Arşivlerin sakıncalı bölümleri daha fazlaydı. Ancak özel izinlerle girilip belgelerin asıllarına bakılabiliyordu. Bazı ünlü tarihçi ve iktisat tarihçilerimiz bu şerefe nail olup kendi çalışmalarını yapmıştır. Fakat arşivler bir yana, çocukluğumuzun kütüphanelerini hatırlamaya çalışalım. Yazarlarına veya adlarına göre sıralanmış kartlardan numarasını aldıktan sonra kütüphane memuresinden bir kitap istemenin zorluğunu ve özel kokusuyla kitaba ulaşmanın sevincini yaşayanlar bilir. Ben İzmir Milli Kütüphane’de mezuniyet tezi araştırması yaptım. Müdür bir askerdi. Yıl 1981. İstediğimiz malzemeye ulaşmak için masallardaki gibi engelleri aşmak gerekiyordu.

Günümüzde araştırma imkanları açısından daha iyi durumda olduğumuzu söyleyebiliriz. Siyasal anlamda ideolojik müdahalelerin dozajı oldukça azaldı. Evlerden kitaplar toplatılmıyor. Açık raf usulüyle hizmet veren kütüphaneler çoğaldı. Kartların yerini bilgisayarlar aldı. Arşivlerimiz ise büyük bir hızla araştırmacıların hizmetine sunuluyor. Oldukça etkili ve kapsamlı bir arşiv teşkilatımız var. Üniversitelerde ilgili birimler hızla yayılıyor.

Bununla beraber sosyal bilimlerdeki disiplinler bir çok fen bilimleri alanı kadar yukarıdaki gelişmelere adapte olamıyor. Mesela tıp alanında geçtiğimiz 50 – 80 yılda devasa değişmeler oldu. Uzmanlık alanları arttıkça arttı. 50 yıl öncesi doktor dediğimiz kişi bugün uzmanlaşmamış pratisyen hekimdir. Dahiliye yetmiyor, Gastrolojiye gidiyorsunuz. Nöroloji yetmiyor, Nöroşirurjiye gidiyorsunuz. Bunlar Batı ülkelerindeki bilimsel tasniflere paralel gelişmelerdir.

Sosyal bilimlerde ise aynı ölçüde bir değişme olduğunu söylemek zordur. Bunu temelde, uygulama faktörüne bağlayabiliriz. Fen bilimlerindeki zorunlu uygulama ve piyasa ortamı, dünyadaki ‘gelişmeleri’ takip etmeyi gerektiriyor. Bunun değerlendirmesi ayrıca yapılmalıdır. Fakat sosyal yapımızla ilgili çok fazla proje üretemediğimiz bir gerçektir. Bu da sosyoloji, siyaset bilimi, tarih gibi alanların fonksiyonel olmasını engelliyor. Kendi sosyal ve kültürel kaynaklarına dayanmayan toplumun durumu, tedavüle çıkmayan para gibidir. Bir karşılaşma olmayınca değerini anlayamazsınız.

Sosyal genlerimizi tanımlamaya, çözmeye çok ihtiyacımız var. Fakat bunun için öncelikle sosyal bilimlerdeki disiplinleri gözden geçirmek zorundayız. Tarih nedir ? Sosyoloji tarihi bilmeden ne yapabilir ? Geleneği bilmeyen mimar, özgün, yerli bir yapı ortaya koyabilir mi ? İktisat tarihini, sanayi devrimini bilmeden, tarih nasıl yorumlanabilir ? Dickens okumadan 19. yüzyıl İngilteresi, Ziya Paşa okunmadan Osmanlı bürokrasisi değerlendirilebilir mi ?

Veya Osmanlı arşivlerini yalnız bugünkü anlamda tarihçiler mi araştırmalı ? Yoksa sosyolog, iktisatçı dediğimiz kişiler de şu işe bir el mi atmalı? Nasıl olacaksa, disiplinlerde günümüz ihtiyaçlarına ve imkanlarına göre bir yapılanma gerekiyor. Tarih çok fazla kapsamlı bir kelime. Oysa geçmişi çözümlemek ve günümüze ışık tutacak hale getirmek için bütün yaklaşımlara ihtiyacımız var. Hem ağaçları görebilmeliyiz, hem ormanı.

Bu taktirde tarih, bir sosyal genetik çalışması kimliğine bürünecektir. Okullarda, kültür ortamlarında tarih deyince geçmişte kalan ve bugün etkisi olmayan hadiseler anlaşılıyor. Oysa toplumlar geçmişiyle ve bugünüyle yaşayan organizmalar gibidir. Yapı taşları, hafızası yüzlerce, binlerce yılda oluşmuştur. Dil, sosyal davranış ve hayata bakışın kökenleri çok eskilere gider. Araştırıp analizini yapmak toplumun becerilerine kalmıştır. Bunu ne ölçüde bilinçli olarak yaparsanız o ölçüde duruma hakim olursunuz. İşi oluruna bırakırsanız duruma hakim olanların projelerine mahkum olursunuz.