Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa, İtalya ve Lüksemburg 1957 yılının Mart ayında, AKÇT kuran anlaşmayı imzaladıklarında, 50 yıl sonra, üye sayısı 27 e ulaşmış, ortak para birimi olan, Parlamentosu ile, komisyonları ile yaklaşık 500 milyonluk nüfusa sahip bir dev organizasyonun ortaya çıkacağını kimse tahmin edemezdi.

 

Başlangıçtaki altı ülkeye, 1973 te Danimarka, İngiltere ve İrlanda dahil olmuştu. Artık, AET’den sözediliyordu. İngiltere, 1963 te  üyeliği denemiş, ancak o zamanki Fransa Başkanı De Gaulle, İngiltere’yi istemeyerek veto etmişti. Bu arada Türkiye’nin Avrupa macerası çoktan başlamış, İngiltere, Danimarka ve İrlanda üye olurken, biz de her zamanki gibi kısır iç çekişmelerden dolayı, toplulukla ilişkilerimizi büyük bir milli gurur ve heyecanla askıya almıştık. Sonrası malum, 1980 de ülkemizde demokrasi kesintiye uğrarken, kapı komşumuz -ve bazılarına göre ezeli düşmanımız- Yunanistan, topluluğa üye oluvermişti. Türkiye’de askerin kontrollü gidişi ve rahmetli Özal’ın Anavatan’ının iktidara gelişinden sonra 1986 yılında, İspanya ve Portekiz topluluğa üye oluyor ve AB bayrağındaki 12 yıldızdan oluşan daire tamamlanıyordu. 

 

Uzun süre yeni üye almayan topluluk, 1995 yılında, İsveç, Finlandiya ve Avusturya’yı aralarına alırken, Norveç kendisine yapılan teklifi red ederek, topluluğa girmiyordu. Böylece, bayrağı oluşturan 12 yıldızdan sonra, topluluk içerisinde bir de 15 ler grubu oluşuyordu. Bu arada bizde 90 yılların sonunda, üyelik diye yola çıkıp, topluluğa aday bir ülkenin zaten yapması gereken gümrük birliği anlaşmasını imzalayıp dönüyorduk. Bu, sıradan, adaylığın şartı olan anlaşma, iç politikada öyle lanse ediliyorduki, sanki T.C. topluluğa tam üye olmuş gibi gösteriliyordu.

 

Zaman yine akıp geçmişti. Topluluktaki üye sayısı, 15 olmuş, Berlin Duvarı yıkılmış ve bu arada soveyetler birliği ve doğu bloku dağılmış, tüm orta ve doğu Avrupa’da hem sınırlar hemde siyaset sahnesi yeniden şekillenmeye başlamıştı. Almanya’da 16 yıllık Helmut Kohl iktidarı gitmiş yerine 1998 yılında Şansölye olarak Schröder gelmişti. Schröder, önderliğinde ve Fransa başkanı Chirac’ın desteği ile, daha önce Mitterand ve Helmut Kohl desteği ile atılan adımlardan sonra, artık avrupa topluluğu, Avrupa Birliği haline dönmüş ve kurumsal bir takım devrimlerle, birliğin yönetiminde Almanya ve Fransa söz sahibi oluvermişti.

 

Schröder’in önderliğinde artık, ortak bir dış politika ve ortak bir savunma sistemi üzerinde daha sesli düşünülmeye başlanmıştı. Bu arada 2002 yılı ile birlikte, birlik üyesi 12 ülke ortak para birimine geçmişlerdi bile. Bu arada Polonya ilk doğu bloku üyesi olarak 2004 yılının başından itibaren birliğe katılacakken, Chirac ve Schröder işbirliği sayesinde, 1 Mayıs 2004 de, birlik aralarında Kıbrıs Rum kesiminin bulunduğu 10 ülkeyi daha üye kabul ederek, bir anlamda, eski doğu bloku ülkelerini Rusya’nın burnunun dibinden çekip alıveriyorlardı. Olay hem Chirac açısından hemde Schröder açısından iç politikada bir zafer olarak lanse edilirken, birliğe alınan ülkeleri iyi tanıyan uzmanlar, aslında bu ülkelerin, başta Polonya olmak üzere üyeliğe hazır olmadıklarını ve birliğin bu ülkeleri hazmetmekte zorlanacağını açık açık anlatmaya çalışıyorlardı. O dönemin AB komisyon başkanı Prodi, üyeliğe alınacak olan ülkeleri anlatırken, bu ülkeler 2004 de itibaren 12 yıllık bir dönem içerisinde 1 trilyon avro yardımda bulunulacağını ve ancak bunun yarısının birlik bütçesine geri döneceğini açıklıyordu. Aslında bu, bile bile lades demekten başka bir şey değildi. Bu arada bizim için de yeni bir dönem başlamış ve 17 Aralık 2004 de Ekim 2005 den itibaren Türkiye ile tam üyelik görüşmeleri başlamış idi.

 

1 Mayıs 2004 de ortalık güllük gülistanlık, bahar havası yaşanırken, 2003 yılı sonunda yapılan Avrupa birliği zirvesinde yaşananlar, bu gün Avrupa Birliği içerisinde yaşananların ayak sesleri idi sanki. O zaman Polonya, dah birliğe girmeden ABD ile askeri yardım anlaşması yapmış, 10 bin askerini ABD ye destek olmak amacıyla, Fransa ve Almanya’nın hilafına Irak’a göndermişti. Aynı Polonya, Schröder ve Chirac ile diğer eski birlik üyesi ülkelerin büyük değer verdikleri Nizza kriterlerini beğenmediği için, Avrupa Anayasa’sına kabul şerhi koymaya yanaşmamış ve nihayetinde uzun süren maratonlar sonucunda, zoraki kabul şerhi Polanya’ya koydurulmuştu.

 

Birliğe üye olan bir ülke, bu güne kadar uygulana gelen kural ve kaideleri beğenmediğini söyleyerek başkaldırmıştı. Bir anda ortalık karışmış, toz duman olmuştu. Özellikle, yeni üye alınmasına karşı çıkan muhalif cepheler ile özellikle ABD ve İngiltere destekli medya organlari, işin sosyo-politik yönünü ele alarak, AB'nin ABD'ye karsi bir güç olma düşüncesinin bu 10 yeni üye ile artık sona ereceğini, ABD'de kendi yandaşlarini ve işbirliği içerisinde bulunduğu ülkelerin AB'ye tam üye olmasını sağlayarak, AB'nin bölünmesinin ve dağılmasının tohumlarının atıldığını belirtmişlerdi. Bu arada, 25 üye ülke tarafından imzalanan ve bir Avrupa Dış işleri bakanlığı ile bir ekonomiden sorumlu süper bakanlık kurulmasını sağlayan Avrupa Anayasası, eski üye ülkelerde, halk oyuna sunulmuş ve beklenmedik bir şekilde red ediverilmişti.

 

Bu güne gelindiğinde, özellikle Fransa ve Almanya’da yaşanan iç siyasi çekişmeler ve iç sorunlar, İngiltere’nin konuya tamamen kayıtsız kalması ile, yaklaşık üç yıldır, Avrupa’da çarklar sadece dönmektedir. Aynı, komada yatan bir hastanın durumu gibi.  Gerçi Romanya ve Bulgaristan yeni üye olarak alınmış ama, bu Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu durumu değiştirmemiştir. Bu günkü resimde, karşımızda hızını kesmiş, ne yapacağını bilemez halde yürüyen ve eğer etkin çözümler üretilemez ise yıkıldı yıkılacak bir dev sistemle karşı karşıyayız. Bu arada Türkiye ile askıya alınan müzakerelerin, üç noktada yeniden başlatılması, birlik açısından fazla bir önem arzetmemekte, şu anda Türkiye ile olan ilişkiler tamamen, zamanın akışına bırakılmaktadır.

 

Rahatsızlığın boyutları, geçtiğimiz G8 zirvesinde bütünüyle hissedildi. Zirvenin sonuç bildirgesindeki yuvarlak, kesin olmayan ve daha çok temenni ile dolu ifadeler bunun en büyük göstergesi.

 

Birliğin karar alma mekanizması, Avrupa Anayasa’sının bütün üye ülkelerde kabul edilmemesi dolayısıyla neredeyse tamamen durma noktasına gelmiştir. Birliğin yaramaz çocuğu Polonya – önceleri bu rolde Yunanistan oynuyordu. Ancak şu anda Polonya bu role soyundu ve bayağıda başarılı- 2000 yılında Fransa’nın Nis (Nizza= Nice) kentinde yapılan zirvede alınan kararları kabul etmememektedir. O zamanlar, karar alma mekanizmasındaki herkesin eşit oyu ve kararların oy birliği ile alınması yerine, nüfusa oranına dayalı oy sistemi kabul edilmiş ve bu anlaşma 1 Ocak 2003 tarihinde o zamanki mevcut 15 üye tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Buna göre, eğer kesinleşirse, birliğin nüfusunun %60 dan fazlasını oluşturan Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa ve İspanya karar alma mekanizmasında en büyük söz sahibi ülkeler haline gelecektir. Böylece, küçük ülkelerin, önemli kararlarda veto etme riski bertaraf edilerek, karar alma mekanizmasındaki tıkanmanın önüne geçilmesi, mekanizmanın hızlandırılması amaçlanmıştı.

 

Ancak, Polonya baştan beri Anayasa ile kesin hüküm altına alınmak istenen bu kriterlere karşı çıkmakta ve karar alma mekanizmasında daha fazla söz sahibi olmak istemekte ve bilhassa Almanya aleyhine sonuç doğurabilecek çözüm önerileri getirmektedir. Açık açık söylenmese bile, bazı uzmanlar tarafından, Polonya bu şekilde davranmakla, ikinci dünya savaşında Almanya’nın bu ülkede yaptığı zulümlerin karşılığını vermektedir, denilmekte.

 

Dönem başkanı Almanya başbakanı bayan Merkel, yıl başında Kacyznski kardeşler tarafından yönetilen Polonya’yı ziyaret etmiş, ancak bir başarı elde edemeden arkasına baka baka geri dönmüştür. AB nin doğum gününün kutlandığı ve sadece üye ülkelerin katıldığı bu senin Mart ayı sonundaki Berlin’de yapılan zirvede de Kacyznski kardeşler ikna olmamışlardır. Hatta, bayan Merkel, başarısızlığını gizlemek amacıyla, sonuç bildirgesine, birliği ilerlediği, yoluna devam ettiğini blirten süslü laflar koydurmuş ama, rahatsızlığın gün yüzüne çıkmasına engel olamamıştır. O zaman Fransa başkanı olan Chirac, sanırım bu husustaki sıkıntıları, yeni başkan Sarkozy’e anlatmış olacak ki, o da dar kapsamlı bir Avrupa Anayasası üzerinde durmakta, bu şekilde bir çözüm yolu bulmayı ümit etmektedir.

 

Dönem başkanı olan Bayan Merkel, birlik başkanlığını Fransa’ya devredeceği zirveden önce, son bir hamle ile Polonya’yı Avrupa anayasası ile ilgili olarak ikna etmeye çalışmakta. Ancak, AB’nin yaramaz çocuğundan gelen ses, bu güne kadar hiç bir avrupalının duyamadığı cinsten. Polonya, karar alma mekanizmasında kendi dediği olmazsa, sonuna kadar birliği blşke edeceğini ilan etmiş durumda. Hatta başbakan olan kardeş, bu uğurda mücadelenin ölmeğe bile değer olduğunu söylemektedir.

 

Avrupa Birliği bu durumdam oldukça rahatsız. İç çekişmeler artık bitti sayılır. Az çok, bütün lokomotif olan ülkelerde istikrarlı hükümetler işbaşında veya işbaşına geldiler. Kimse korku filmi senaryosu yazmak istemiyor ama, gelinen noktada mümkün olan bütün alternatifler değerlendiriliyor. Tek göz önüne getirilmeyen alternatif, eşlerden birinin orta yaş krizine girdiği evliliklerde gidilen yollarda biri olan ayrılık. Dağılma ile eş anlamlı olan bu alternatif üzerinde kimse durmuyor ve artık Avrupa Birliği ile eş anlamlı olan ‘KOMPROMİS’ yani bizim anlayacağımız şekliyle, ortak payda da buluşma zorlanacak gözüküyor. İlginçtirki, Polonya haricinde hiç bir üye ülkede, karar alma mekanizmasından rahatsız gözükmüyor. Yani itiraz yok. Polonya hariç, herkes bir an önce bir çözüme ulaşılmasından yana. Hatta, Fransa dönem başkanlığını alırken, bu meseleyi çözülmüş olarak, başkanlığı Almanya’dan devralmak istiyor. Ancak bu da oldukça zor gözüküyor.

 

Türkiye ile müzakerelerin üç hususta yeniden açılmış olması da, birlik üyeleri açısından, şu aşamada o kadar da önemli değil.