Bilim adamları, her geçen yıl, gezegenimizin geleceğini etkileyecek, milyarlarca insanın yaşam standartlarını tehdit edecek “küresel ısınma”ya karşı daha bir gür sesle ve daha bir kararlılıkla bizleri uyarmaya başladılar.
Dün, bilim maskesi takmış felâket tellâllığı modunda bir teori hükmünde olan küresel ısınmanın yol açacağı âfetler meselesi, bugün, sıradan insanın bile gözlemleyebileceği realiteye dönüştü. Kasırgalar, dev hortumlar, çamur seller, yükselen su seviyesi, susuzluktan çatlayan kara parçaları ve diğerleri...
Doğanın inşâ edildiği denge üzere seyir etmesini sağlamak için gerekli önlemleri almada henüz çok geç kalınmış sayılmaz. Ama gönül isterdi ki, insan, kâinatı bu kadar hırpalamadan sorumluluğunu üstlensin, kendisinie, Vareden’in adıyla, her türlü cömertliği sunan tâbiata hürmet etsin ve korusun.
Peki, bunu yapamamasının önündeki engel neydi? Bilgi eksikliği mi?
Üzülerek belirtmeliyiz ki, bilgi eksikliği gerçek sebep değildir. Bu gerekçe yaşadıklarımızın ışığında inandırıcı olmaktan çok uzak.
Bir ânlığına bilgi eksikliğinin sebep olduğunu farzedelim. Lâkin, hâlihazırda elimizde, hem kâinatı bekleyen felâketler hakkında hem de bunun önüne nasıl geçeceğimiz hususunda yeterli bilgi var. Buna rağmen neden hâlâ gerekli önlemleri alamadığımız sorusu yukarıdaki gerekçeyi boşa çıkarmakta değil midir?
O zaman neden?
Kimilerine göre gerçek sebep insandaki doymak bilmeyen tüketme hırsı. Bu gerekçeyi incelediğimizde, bireysel ve toplumsal bağlamda olduğu gibi devletler seviyesinde de en makul cevap olarak karşımıza çakmasına çıkmaktadır. Ama, sorumuzun cevabını insandaki tüketme hırsıyla sınırlandırırsak yahut onu buna kışkırtan temel müsebbibi sözkonusu etmezsek bu cevap da kanaatimce güdük kalacaktır.
Neden mi? Çünkü insandaki tüketme hırsı modern insanla sınırlı değil de ondan. Bilmeliyiz ki, insan yaratıldığından beri tabiatında bu istek vardır ve insan varolduğu müddetçe de bu hırs varolacaktır.
Bu yüzdendir ki insanı hedef alan bütün dinler ve ahlâk ekolleri insandaki tüketme dürtüsüne eğilmek zorunda kalmıştır. Çünkü insanî olan bu arzu, kontrol edilemediğinde, bireyi olduğu gibi toplumları da felâkete sürükleyebilecek istidata hâizdir.
Doğal olarak da insanı hedef alan dünya görüşleri insandaki bu olguyu kendi perspektiflerinden yönlendirmeyi önemsemiştir.
Birçok meselede olduğu gibi bu hususta da ifrat ve tefrit çizgisindeki yaklaşımlar dün olduğu gibi bugünde hâlâ varlığını sürdürmektedir. Hinduizm ve Budizm’de olduğu gibi kimi dinler tüketme şehvetindeki tahrip gücüne odaklanmış ve bu yüzden de onu sıfırlamayı hedeflemiştir. Bunun akıntıya karşı kürek çekmekten başka bir mânası yoktur.
İnsandaki tüketme hırsının üretmek için bir fırsat olduğunu gören modern seküler felsefeler ise, yıkarıdakinin aksine ve dünya görüşünün gereği olarak onu frenlemeyi değil, önündeki engelleri bir bir kaldırma yolunu seçmiştir. “Daha çok tüketen daha çok üretir” anlayışını hayat felsefesi kılmış, böylece bu duyguyu bir tutkuya, bir saplantıya evirmiştir.
Bize göre modern seküler dünya görüşü küresel ısınmanın en büyük sebebidir. Dinleri canlı yaşanan hayattan geriletmek, bireyselliği ve doğal olarak bencilliği erdem hâline getirmek sûretiyle insanı sürekli tüketmeye şartlandırmıştır. “Ne kadar tüketiyorsanız o kadar varsınız” öğretisi bu zeminde hayat bulmuştur. Tüketmeye kurgulanmış bir zavallı varlığın “vahşi” addettiği doğayı zapturapt altına
Önümüzdeki tecrübe de bunu gösteriyor. Doğayı en çok kirleten ülkelerin en modern ülkeler olması tesadüf değildir. Bu ülkelerin küresel ısınmayı kontrol etmek için üzerlerine düşen görevleri yerine getirmede isteksiz davranmaları da paradigmayı değiştirmedikleri için kolay değildir.
Vasat öğretilerin adresi olan İslâm ise, insandaki tüketme dürtüsündeki yıkım gücünü görebildiği gibi ondaki üretme potansiyelini de gördüğünden onu yok etmeyi değil, terbiye ederek yaşatmayı, onu mutlak özgür kılmayı değil sınırlandırarak kontrol etmeyi ve böylece pozitif mânada kanalize etmeyi öngörmüştür. İnsanı, sömürme arzusuyla, doğayla temas kurmasını yasaklamıştır.
İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Halifelik, Allah (C.C)’nün öğretileri çerçevesinde sorumluluk üstlenmektir. Bu sorumluluk sadece insan ve insan ilişkisini kapsamaz. Aynı zamanda insan ve tabiat ilişkisini de kapsar. Yani insan halife olmanın gereği kainattan da sorumludur, bu sorumluluğu çerçevesinde imtihana da tabi tutulacaktır.
Yani insan doğayla ilişkisinde istediği gibi hareket edemez, ahlâkî hudutlarla sınırlandırılmıştır. Doğayı korumak için, asgarî de olsa, ahlâkî sorumluluk hissi sizce de elzem değil midir?