Yakın zamana dek İsrail'in, İran'ın nükleer silah sahibi olmasını engellemek için bu ülkenin nükleer tesislerini bombalama tehdidini hayata geçirmeye kalkışacağına hiç inanmadım.

Nihayetinde İsrailliler, bu arı kovanına çomak sokmanın beraberinde, bizzat kendilerinin başlıca hedef olacağı bölgesel bir intikam savaşına yönelik muazzam riskler getireceğini görür sanıyordum. İsrail yönetimi bunu anlamasa bile, ABD'nin İsraillileri geri adım atmaya ve yaptırımlara veya diplomasiye bir şans daha vermeye ikna etmek için nüfuzunu kullanacağını düşünüyordum. Artık o kadar emin değilim.

Elbette son birkaç aydır İsrail'in söyleminde gözlenen sertleşme, Tahran'ı ve dünyanın geri kalanını etkilemeyi amaçlayan bir blöf olabilir yine de. Fakat ABD başkanlığı için yarışan bütün Cumhuriyetçi aday adaylarının temelde İsrail'in tutumunu desteklediğini ve bütün bu savaş laflarından sonra, Amerikalıların yüzde 75'inin (tüm uzmanlar aksini söylemesine rağmen) İran'ın atom bombası kullanma kapasitesine çoktan ulaştığına inandığını gördüğümde nahoş hislere kapıldım. Aklıma ister istemez 2003 yılı ve işgalin başlıca gerekçesi olarak kullanılan, Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiaları geldi. Hepsinden önemlisi de birçok analistin tahmini, kasım seçimleri yaklaştıkça Başkan Obama'nın bir İsrail saldırısını açık ve net bir şekilde kınayıp savaşkan rakibi tarafından aciz gösterilme riskine girmekte zorlanacağı yönünde. Velhasıl soru şu: Savaş istemiyoruz, o zaman ne istiyoruz?

The Economist, bu haftaki sayısında konuyu derinlemesine ele aldı. Dergi, İran'ın nükleer tesislerinin bombalanmasına karşı kuvvetli argümanlar öne sürdü. Böyle bir girişim İran'ın nükleer programını durdurmayacak, olsa olsa geciktirecekti ve ülkeyi nükleer silah yapmak konusunda daha kararlı ve yaptığında da daha tehlikeli hale getirecekti. Etkili haftalık derginin vardığı sonuç şuydu: "İşgal haricinde dünya, İran'ın atom bombası yapma kapasitesini ortadan kaldıramaz. Olsa olsa atom bombası elde etme iradesini değiştirebilir. Tam da şu an bu neticeye varmak, savaştan ziyade yaptırımlar ve diplomasiyle daha mümkündür."

Yaptırımlara dair giderek artan sayıda gözlemci şu konuda hemfikir: Yeni önlemler paketi İran ekonomisini kesinlikle sarsar, fakat rejimi nükleer programını durdurmaya ikna etmez. En azından biraz başarı şansı olan eldeki tek seçenek, eski tarz diplomasi gibi görünüyor. Ve bu noktada da (en azından bazılarına göre) Türkiye devreye giriyor.

Geçen hafta Uluslararası Kriz Grubu (ICG), İran'ın nükleer programıyla ilgili yeni bir rapor yayımladı. Herkese ICG'nin dengeli değerlendirmesini ve Türkiye'nin geçmişteki tecrübelerine ve mevcut potansiyeline dayalı müzakere edilmiş bir çözüme yönelik önerilerini okumasını tavsiye ederim. Raporun merkezinde Türkiye ile Brezilya'nın İran'la bir anlaşma sağlanması yönünde 2010'da gösterdiği çabanın (ki bunun sonucu Tahran Deklarasyonu olmuştu) yeniden yapılandırılması var. O dönemde söz konusu anlaşma, içeriği Washington'ın daha altı ay önce masaya koyduğu taleplerin birçoğunu yansıtmasına rağmen, ABD ve AB tarafından bir kenara itilmişti. Sonradan ABD'nin tam o günlerde diplomasiden vazgeçip sadece yaptırımlara ağırlık vermeyi tercih ettiği ortaya çıktı. Türkiye ve Brezilya ihanete uğramış hissetti ve afallayıp öfkeye kapıldı. Her iki ülke de BM Güvenlik Konseyi'nde yeni ticaret yasaklarının aleyhinde oy kullandı. Bunlar yaklaşık iki yıl önceydi ve bu meyanda süreç ilerledi. Suriye ve NATO füze kalkanı meseleleri yüzünden Ankara ile Tahran arasındaki ilişkiler artık o kadar sıcak değil. ABD'nin Suriye'deki kitle katliamcısı Esad'ı alaşağı etmek ve İran'ın Irak'taki hakimiyetine karşı koymak için Türkiye'ye ihtiyacı var. İran konusunda, bir İsrail saldırısını önleyebilecek (ki ne Obama ne de Erdoğan bunu ister) en etkili strateji üzerinde kafa yormanın tam zamanı.

ICG, 2010 Tahran Deklarasyonu'nun ruhuna geri dönülmesini öneriyor: 1. İran'ın nükleer araştırma, uranyum zenginleştirme, nükleer üretim ve nükleer gücü barışçı amaçlarla kullanma hakkını kabul etmek; 2. İran'ı sıkı bir denetim sistemini kabul etmeye zorlamak; 3. Rakamları revize etmek, fakat İran'ın nükleer stokuyla iştigal etmek konusunda 2010'da üzerinde uzlaşılan mekanizmaya sıkı sıkıya bağlı kalmak. Hepsinin ötesinde, ABD ve AB; Türkiye, Brezilya ve Güney Afrika gibi İran'ın daha fazla güvendiği yükselen taze güçlerin yeni müzakerelerde başrol oynamasını kabul etmeli. Böyle bir süreç başarıyı garanti eder mi? Hayır, etmez. Fakat bölgeyi sarsacak bir savaştan ve işe yaramayan yaptırımlardan kesinlikle yeğdir.

Kaynak: Zaman