Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması 'ılımlı İslam' eksenli yazıların basınımızda yeniden baş göstermesine vesile oldu. Siyasî, itikadî, tarihî ve ideolojik yanları bulunan bu kavramın ortak kabule mazhar bir tarifi olmaması, kamuoyunda zaten karışık olan kafaları iyice karıştırıyor.
Halbuki ortak bir tarif, bu karışıklığı en aza indirgeyecek bir rol oynayabilir. Bu arada konuyu dile getirenlerin böyle bir dertlerinin olmadığı da bilinen bir gerçek.
Farklı pencerelerden bakılarak yapılan yorumlara göre çok farklı 'ılımlı İslam'la, daha doğrusu 'ılımlı İslam'larla karşı karşıyayız. Kimilerine göre 'ılımlı İslam' bir ABD projesidir. Dünya genelinde ABD hegemonyasına itiraz etmeyecek, sınırları onlar tarafından çizilen bir İslam'dır o. İslam coğrafyasında ABD'nin bizatihi seçtiği figürler tarafından temsil edilmektedir. Kimilerine göre dindeki temel sabitelerin inkâr edilip, İslam'ın sabit olan-olmayan ayırımı yapılmaksızın bütün değerlerinin modern çağa göre yeniden yorumlanmış şeklidir. Sözde İslam uleması tarafından yapılan bu yorumlarla İslam "İslamsız İslam" nitelendirilmesini hak edecek bir boyutta arzıendam etmektedir. Kimilerine göre şeriat düzenine dayalı bir yapıya giderken uğranılıp geçilen bir atlama taşıdır. Radikal İslam'dan bir önceki aşamadır. Kimilerine göre ise Batı'daki Hıristiyan demokrasi modelinin İslam'a uyarlanmasından ibarettir ve hakiki İslam ile hiçbir ortak paydaya sahip değildir.
'Ilımlı İslam' hangi İslam?
Acaba bunların hangisi doğru? Hepsi mi, hiçbiri mi, bazısı mı, bir tanesi mi? Şöyle başlayalım isterseniz: 'Ilımlı İslam' tabiri aslında "Hangi İslam?" sorusuna verilmiş bir cevap gibi gözükmektedir. İslam'ın önüne konulan "ılımlı" vasfı bunu göstermektedir. Halbuki 15 asırlık tarihî süreçte ne Doğu'da ne de Batı'da İslam hakkında sosyal bilimcilerin yaptığı kategorilendirme çalışmalarında böyle bir isimlendirmenin, nitelendirmenin bulunmadığını herkes biliyor. Bunu derken "Halk İslamı, akademisyen İslamı, geleneksel İslam, modern İslam, Avrupa İslamı, Afgan İslamı, Türk İslamı vb." türünden değerlendirmeleri kastediyoruz. "Dün yoktu, bugün var" itirazı yapılabilir sözün geldiği bu aşamada. O zaman soru şu: Bu varlığın gerekçeleri nedir? Eğer gerekçeler 'ABD'nin İslam dünyasındaki çıkarlarını garanti altına alacak yapılanmalar, Batı karşıtlığı karşısında direnci kıracak yorumlar' ise bu, meselenin siyasi boyutunu alakadar eder. Fakat söz konusu gerekçeler, 'ılımlı İslam' nitelendirmesini seslendirenlerin ifade ve beyanları içinde "demokrasiyi benimseyen söylemler, gayrimüslimleri oldukları gibi kabul eden yaklaşımlar, dinin kesin emirlerinde siyasi iktidarların zorlamalarına bağlı olarak geri adım atmalar" türü, dünün kavlî ve fiilî İslam yorum ve tatbikatında görmediğimiz düşünce ve davranışlarsa, bunlar 'ılımlı İslam' isimlendirmesine gerekçe teşkil edemez. Meselenin tarihî ve hukukî boyutunu alakadar eden bu husus üzerinde kısa bir izahata ihtiyaç var. Zaten okuduğunuz yazının kaleme alınış sebebi de bu.
İslam, evrensel ve tarihsel değerleri ile bir bütündür. İlhami Güler'in bir kitabına isim olarak verdiği "Statik Din, Dinamik Şeriat" tabiriyle özetlenebilecek anlayışla İslam, sabit olan ve olmayan değerleri bünyesinde barındırır. Onun iman, nübüvvet, haşr, adalet gibi bütün dinlerde var olan temelleri statik yanını teşkil ederken, bunlar dışında kalan alanlar dinamik yanını oluşturmaktadır. İslam söz konusu olduğunda bu alanlar hayatın bütününü içine alır. Kestirmeden ifadeyle İslam'ı evrensel kılan da zaten onun bu özelliğidir. Dinamik kısımda içtihada mesağın olmadığı yerler vardır. Bunlar dinamik kısmın sabitelerini oluşturur. Bu sabitelere bağlı yapılan yorumlar adı üzerinde yorumdur ve ebedilik vasfına haiz değillerdir. Değişen mekân, zaman, insan faktörleri başta, birçok faktörlere bağlı yeni yorumlara kapı açıktır. Tabii bu yorumlar fantezi adına değil, bir ihtiyaca cevap adına yapılmalıdır. Söz konusu ettiğimiz yorumlar ehil olan kişilerin eliyle ya da onların gözetim ve yönetiminde bir heyet tarafından yapılır. Gerektiğinde yetkili siyasi erk'in onayı alınarak hayata mal edilir. Bu, sahabe döneminden Osmanlı'ya, hatta günümüze kadar uzanan süreçte -zaman zaman kesintiye uğrasa da- hep takip edilen bir yoldur. İslam'ın bugünlere taşınmasında en etkili amillerden biri, kısaca ifade etmeye çalıştığımız bu gerçektir.
Değişen, dinin esasları değildir
Bir misal içinde; dünyanın inanç ekseninde kalın, kesin ve net bir çizgi ile inanan ve inanmayan olarak iki ayrı kutba ayrıldığı, inanmayanların Hıristiyan, Yahudi, müşrik ne olursa olsun inananlara fiilî düşmanlık yaptığı bir zaman diliminde hayatı, dini, vatanı, namusu, nesli korumanın yolu savaştan geçiyordu. Özellikle Ortaçağ'da ya işgal eden ya da edilen ülkeler arasında yer almak adeta zaruretti. Mevcut şartlar ve fiilî durum size üçüncü bir ihtimali tanımıyordu. Siz de ötekilerle olan ilişki şekillerinizi buna göre ayarlıyor, elinizin altındaki dinî temelleri bu zemin üzerinde yorumluyordunuz. Batı dünyasında da bu böyleydi, bizde de. Vatikan'ın başta Papa eliyle Haçlı Seferleri'ne öncülük yapmasında bunun örneğini görebilirsiniz. Ya da bizde, küfrün savaş sebebi olarak kabulünde yapılan yorumlarda. Bugün içinde yaşadığımız şartların farklılaşması, elbette ve hiç şüphesiz o günkü şartlar altında yapılan bu yorumların değişmesini öngörmektedir. Değişen sabit esaslar ya da dinin statik kuralları, emir ve yasakları değil, aksine bunlar ekseninde yapılan yorumlardır.
Şimdi bir anlamda dini günümüze taşıyacak bu yoruma ve bu eksende yapılagelen yorumlar bütününe 'ılımlı İslam' adını verme, dini bilmemek demektir. Hatta böylesi yorumları seslendirerek İslam'ı yaşanılır kılanlara dine ihanet etmişçesine ithamda bulunma, sahibini ahirette mesul kılacak apaçık bir bühtandır, iftiradır.
Gayrimüslimlerle münasebet şekli adına verdiğimiz bu ve benzeri örneklerden hareket ederek siyasi yorumlara girmek, bunları 'ABD'nin İslam dünyasındaki çıkarlarını garanti altına alacak ya da İslam dünyasındaki Batı karşıtlığı direnci kıracak' gibi çıkışların teorik temelleri olarak nitelendirmek ideolojik körlükten başka bir şey değildir. Hayata kendi baktıkları pencereden bakışın dışa vurumudur. Statüko kaybını hazmedememenin, bugün ve yarına matuf korkuların, endişelerin seslendirilmesidir. Dinî literatürle ifade edecek olursak, hakâikten alabildiğine uzak, vehmiyyât, itibârât ve tahayyülât vadilerinde dolaşan, varlığa at gözlüğü ile bakan insanların düşünceleridir, sözleridir. Halk tabiriyle "ağzınızla kuş tutsanız, yaranamazsınız" böyle insanlara. Onun için hakikat yolcuları, etraflarında dolaşan bu eften-püften sözlere hiç kulak asmadan, doğru bildikleri, doğruluğu bin bir örnekle ispatlanmış, nice ürünler alınmış yolda, yollarına devam etmelidirler. Zaman aslında kimin haklı kimin haksız olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bunu görmeyenler gündüz ışığında gözünü kapayarak gündüzü kendilerine gece yapanlardır. Böyleleri yola çıksa da, kilometrelerce yol yürüse de, atlı karınca misali kendi ekseni etrafında dönüp bir arpa boyu mesafe kat edemeyenlerin kafilesinde yerlerini almışlardır. Kendileri farkında olmasa da!
Kaynak: Zaman