İslam tarihi, peygamber efendimizin doğumuyla başlamıyor. Peygamberlik görevi tebliğ edildiğinde de başlamıyor. Mekke’den Medine’ye hicretle başlıyor. Miladi 622, İslam tarihi için sıfır noktası. Bunun tarihi ve sosyolojik nedenleri bir yana, Müslümanların tarihinde hicretin çok önemli bir yeri olmuştur.
Esasen daha önce Habeşistan’a bir hicret gerçekleşmiştir. Fakat önemi ve etkileri itibariyle Peygamber efendimizin Hazreti Ebubekir ile birlikte gerçekleştirdiği hicret, tarihimizde başlangıç kabul edilmiştir. Mekke’deki sınırlı ortama sığmayan, bireysel düzeyde kalan İslam, Medine’de kıyamete kadar örnek olacak bir devlet ve toplum modeli oluşturma imkanı bulmuştur. İslam, topluma ve cemaate çok önem verdiğinden, belki de ilk modelin ortaya çıkışıyla tarih başlatılmış oluyor.
Bundan sonra tarihimizdeki en büyük hicret, İslam’ı kabul etmiş olan Türklerin Orta Asya’dan Batıya doğru gerçekleştirdiği büyük göç hareketidir. İslam’ın genç ve dinamik gücü olarak Türkler, Moğol baskısından kaçarak İran’a, Anadolu’ya doğru göç ettiler, buraları yeni yurt edindiler. Beraberlerinde erenleri, velileri, bilge insanlarıyla yepyeni, taze bir İslam anlayışını getirdiler. Selçuklu ve Osmanlı medeniyetine imza attılar. Belki bu tecrübe nedeniyle Türkler yabancıya, yolcuya, misafire, hicret edene çok hürmet gösterirler. Türk İslam mimarisi eserleri arasında hanlar, kervansaraylar, aşevleri gibi yapılar çok önemli bir yer tutar.
Türk insanı, yolda kalmışlara, misafirlere, zulme maruz kaldığı için hicret edenlere kucak açmasıyla, onlara sahip çıkmasıyla, düşmana teslim etmemesiyle meşhurdur. Tarihimiz bunun kutlu örnekleriyle doludur. Bu himaye kültürü Müslümanlarla da sınırlı değildir. Endülüs düştüğünde Türk gemiciler oradaki Müslümanlarla birlikte Yahudileri de kurtarmaya çalıştılar. Müslümanlar Kuzey Afrika’ya taşınırken, Yahudilerin önemli bir kısmı İstanbul’a getirildi ve burayı yurt edindiler.
1848’de Macar Milliyetçiler Avusturya Macaristan İmparatorluğuna karşı ayaklanıyor. Avusturya Rusya’dan yardım istiyor. Rusya bu isyanı şiddetle bastırıyor. Macar milliyetçiler Osmanlı topraklarına sığınıyor. Rusya ve Avusturya imparatoru isyancıların teslim edilmesini istiyor. İstemekle kalmıyor, tehdit ediyor. O sırada Osmanlı Sultanı olan Abdülmecid bakın ne diyor; “Tahtımı, canımı veririm ama bize sığınanları teslim etmem”. Macar isyancılar uzun yıllar Osmanlı topraklarında güvenle yaşadı. Bir kısmı Müslüman olup Osmanlı ordusunda hizmet verdi. Onları tehditle geri isteyen Rus generallerin çocukları daha sonraki yıllarda Bolşevik devrimi olunca İstanbul’a sığınmak zorunda kaldı. İstanbul onlara da kucak açtı. Ya Polonyalılara ne demeli? Bugün İstanbul’da meşhur olan Polonezköy nereden geliyor? Onlar ülkelerindeki zulümden kaçarak Türk topraklarına sığınan ne ilk toplumdurlar, ne de sonuncusu.
Kırım Savaşı, ülkemizi Tatarlarla tanıştırıyor. Romanya’da Mecidiye’ye, Anadolu’da Eskişehir’e yerleşiyorlar. Ve 93 harbi, Balkan savaşı, Dünya savaşı sonrası yaşanan bitmeyen göçler. Balkanlarda yaşanan etnik arındırma. İstanbul bir kez daha topraklarından sürülen, zulümden kaçan kitlelere ev sahipliği yaptı. Bu süreç günümüze kadar devam etti. Rus işgalinde Afganlılar, Saddam zulmünde Kürtler Türkiye topraklarında güven buldu. Bulgaristan’dan büyük göç dalgaları geldi.
Şimdi sıra Osmanlı coğrafyasının bir başka köşesinde. Onlar Arapça konuşuyor ama aynı dünyanın insanları. Davit Fromkin’in deyişiyle “barışa son veren barış” kurbanları. Onlar Suriyeli. Batılılar giderken, kendilerine yakın gördükleri yüzde 10'luk bir nüfusa bütün bir ülkeyi emanet etmişler. Her ülkede birer müttefik elit bulmuşlar. Başka türlü bu sınırları açıklamak zordur. Bir asır sonra kapılar açıldığında Suriye ve Türkiye halkları uzun bir uykudan uyanır gibi birbirine kucak açmışlardı. Ama istenen bu değildi. Mısır’da da istenen o değildi. Hemen tedbir aldılar. Şimdi Kaddafi gibi bir adam buldular, onu destekliyorlar. Akan kanlar onları etkilemiyor.
Ve Suriye, tarihinin en büyük trajedisini yaşıyor. Belki Haçlı seferlerinden daha büyük. Suriye’de taş üstünde taş kalmıyor. Tarihin izleri siliniyor. Halk çaresiz Türkiye’ye sığınıyor. İnsanlar ne yapsın? Yüzbinlerce Suriyeli Güney illerimizde, büyük şehirlerimizde tutunmaya, yeni bir hayat kurmaya çalışıyor. Geriye dönebilecekler mi, belirsiz. Tarihimizde olduğu gibi, devlet başta olmak üzere birçok yardım kuruluşu onları desteklemeye çalışıyor. Göçmen kamplarından şehirler oluştu. Sokaklarımızda, günlük hayatımızda her yerde onları görebiliyoruz. Yeni misafirler, bir bakıma ülkemize uluslararası boyut kattılar. Osmanlı devri havası estiriyorlar. Ne de olsa hepimiz o devrin çocuklarıyız.
Her şeyi arkada bırakıp başka bir ülkede ortada kalıvermek nedir bilir misiniz? Başına gelmeyenin anlaması çok zor. Fakat bu hicrettir. Ailesini, dinini, namusunu korumak için daha güvenli bir ülkeye göç etmişlerdir. Bunun büyük bir sevabı vardır. Kırım’dan, Bosna’dan, Bulgaristan’dan hicret etmeyi anlamak kolay ama Suriye’den hicreti anlamak ve kabullenmek hiç kolay değil. Geliyorlar fakat geldikleri yerden vaz geçmiyorlar. İnşallah her şeyin düzeleceği zamanı burada bekliyorlar.
Tarih boyunca nice milletlere ev sahipliği yapan Türkiye hicret ülkesi oldu. Hicretin bu yeni çocuklarını da şefkatle bağrına basıyor.