Beklenmedik bir Türkiye seyahati neticesinde, yazılarımda bir düzensizleşme oldu. Bundan dolayı herkesten özür diliyorum. İnşallah bundan sonra yine eskisi gibi devam edeceğiz.

 

***

 

Seyahatin en ilginç yanı, kuşkusuz, havaalanında pasaport kontrolünden geçtikten hemen sonra, karşıma çıkan görevlinin neredeyse beni elimden tutarcasına, seçim sandığının başına götürmesi idi. Aslında hiç de fena olmadı. 38 yaşında, hayatımda ikinci defa oy kullanabilmiştim. Bir önceki taaa 1994 yerel seçimlerinde idi. Bizim T.C. hükümetlerinin basiretsizliği yüzünden, maalesef yurt dışında yaşayan yüzbinlerce seçmen bu seçimde de gayet normal olan vatandaşlık haklarını kullanamadılar ya da benim gibi ancak Türkiye seyahatleri sırasında, gümrüklerde oylarını kullanabildiler.

 

Tabiî ki oyumu kullandıktan sonra, artık Türkiye’nin seçim havası da beni etkilemez olmuştu. Tercihimi değiştirecek değildim artık. Fakat yinede, zaman zaman gazetelerde yer alan, küçük partilerin tek başına iktidar sloganları, ya da boy boy gazete ilanları, çözüm üretmeden, popülist ifadelerle tek başına iktidar sloganları gözden kaçmıyordu.

 

Seçim atmosferinde, gazeteler seçim haberleri ile çalkalanırken, bazı gazetelerde yer alan ve aslında Türkiye ve seçim ile doğrudan ilgisi olmayan, Almanları ırkçılıkla suçlayan haberler oldukça dikkatimi çekmişti. Neydi bu haberler?: Efendim Almanya, göç ve yabancılar yasasında değişiklik yapmışta, bunlar Türkler aleyhine imiş. Almanlar vatandaşlığa alacakları kişileri önceden Almanca sınavına tabi tutacakmış bu ayrımcılığa yol açacakmış, Aile birleşimlerinde, karı kocadan her birinin en az 18 yaşında olması şartı aranmaya başlamışta bu insan haklarına aykırı imiş. Geliri olmayanların aile birleşimlerine müsaade edilmiyormuş da, bu Türkler için bir ayrımcılığa yol açıyormuş, Alman Helga ile Alman Ayşe, Alman Hans ile Alman Hasan eşit haklara sahip değilmiş. Eğer yasa bu şekilde Eyaletler Meclisinden geçerse, Entegrasyon zirvesine katılan Türk dernekleri bu zirveden çekileceklermiş. Haber böyle idi. Almanya’ya döndüğümde söz konusu yasa, eyaletler meclisinden olduğu gibi geçmiş ve Türk dernekleri (bunlardan biride Diyanet İşlerinin Almanya Örgütü olan DİTİB) geçen hafta yapılan Entegrasyon zirvesine katılmama kararlarını uygulamaya koymuşlardı. Hatta bizim C.Başkanı Sezer dahi, devreye girip, Alman C.Başkanı Köhler’e mektup yazıp, “Anti-Türk yasası” denilen bu yasayla ilgili düşüncelerini iletmiş. Bu arada, Almanya’da 2006 resmi rakamlarına göre 7 milyon yabancı olduğunu ve bunun sadece 2 milyonun Türk Pasaportu taşıdığını söylemekte de yarar var.

 

Başta DİTİB olmak üzere, Türk cemiyetlerinin topluca zirveyi boykot etmeleri, maalesef Alman kamuoyunda hiçde beklenen tepkiyi vermemiş, aksine başta TGD (Türkische Gemeinde Deutschland) – ki bu cemiyetin eski başkanı Alman Solcu Partisinden (Die Linke) Milletvekili olan Hakkı Keskin’dir- olmak üzere, diğer cemiyetler yoğun eleştirilere maruz kalmışlardır. Tabiki onlarla birlikte, Almanya’da yaşayan, çoğu, TGD gibi cemiyetlerin varlığından dahi habersiz, Türkler de eleştrilerden nasibini almış, “uyumsuz” damgasını yemişlerdir. Hatta şimdi bu dernekler, bu yasayı Alman Anayasa mahkemesine götürmek için gönüllüler aramaktadırlar.

 

Peki neyi değiştiriyor bu yeni yasa Almanya’da: Öncelikle, Aile birleşimi yoluyla Almanya’ya gelecek olan eşlerde, asgari yaş sınırını 16 dan 18’e çıkarıyor. Hatırlayalım, bizim 1 Ocak 2002’ de yürürlüğe giren, yeni Medeni Yasada kanuni evlenme yaşı asgari olarak kaça çıkarıldı? Medeni Yasaya göre, evlenme ancak 17 yaşın ikmali ile mümkün. Yani 18 yaşından gün almış olacak, bir kişi evlenebilmek için. Dolayısıyla, buradaki bu düzenleme, birazda bizim medeni yasadaki düzenlemeyle paralellik arzediyor. Yani, itiraz edenler eğer azıcık düşünseler, havanda su dövdüklerinin farkına varacaklar.

 

Ancak Almanlar, bu düzenlemedeki gerekçelerini, başka sebeplere dayandırıyorlar. Özellikle, burada halen Türkler arasında yaygın olan, memleketten gelin (ithal gelin) yada memleketten damat (ithal damat) getirme alışkanlığına dayanıyorlar. Ebeveynlerin, bu şekilde gençleri zorlayarak, istemedikleri bir evliliğe sürüklediklerini düşünüyorlar ve bunun önüne geçmeye çalışıyorlar.

 

Burada maalesef, Almanlara hak vermemek elde değil. Özellikle, Türkiye’den getirilen gelinler, büyük umutlarla geldikleri, anadan-babadan ayrı yaşamak zorunda oldukları bu yeni ülkede, çoğu zaman ta baştan beri, itilip kakılmakta ve aile içi şiddete maruz kalmaktadırlar. Tabiki bu bir sosyal yara ve toplumsal problem. Her yerde oluyor. Ancak, aile içinde vuku bulan her şiddet olayı, maalesef Alman kamuoyunda sadece, sosyal bir yara olarak görülmemekte, daha çok İslam dininin buna müsaade ettiği şeklinde yorumlarla kamuoyunda algılanmaktadır. Daha önceki bir yazımda belirtmiştim. Burada yaşayan Türkler=Müslüman=İslam şeklinde değerlendirildiği için, maalesef bu olaydan da dindar insanlar zarar görmektedir.

 

Türkiye’den gelen damatlar ise, daha bir âlem. Eğer iş bulabilirlerse çalışıyorlar. Dil ve meslek ile ilgili problemler çok olduğu için çoğu zaman en basit ve vasıfsız işlerde dahi çalışıyorlar ya da işsiz kalıyorlar. İş bulamazlarsa, ya kahvehane köşelerinde, ya da başka yerlerde vakitlerini geçiriyorlar. Bir çoğu, belki de evlenip Almanya’ya geldiğine bin pişman.

 

Aile birleşiminde ve vatandaşlığa alınmada şart koşulan, yeni düzenlemelerden biriside, gelecek olan eşin, derdini anlatacak kadar almanca bilmesidir. Yeri gelmişken burada bir anımı anlatmak istiyorum:

 

“Üyesi bulunduğum cami cemiyetinin yönetim kurulu üyeleri, bir gün beni alelacele camiye çağırdılar. Halis iyi niyetle Almanya gibi bir ülkede cami yönetim kurulunda olup, caminin varlığının devamı için çalışan insan beş kişi. Caminin bulunduğu kasabanın belediye başkanı ile randevulaşmışlar. Benim aralarında bulunmamı rica ediyorlardı. Başta tam anlamamıştım ama vardır bunda da bir hayır diyerek peşlerine takılmıştım. Çiçekçiden çiçek alındı. Belediye başkanının kapısına dayanıldı. İçeri girmeden, cemiyetin başkan yardımcısı, benim tüm konuşulanları tercüme etmemi rica etti. Ben yine, üsteletmeden kabul ettim. İçeri girildi. Selamlaşmadan sonra görüşmelere geçildi. Ben konuşulanları tercüme ediyorum... Söz döndü dolaştı, o kasabadaki Türk cemaatinin Almanya’daki seçmen sayısına ve üyeleri arasındaki Alman vatandaşı olanların sayısına geldi. Belediye başkanı, odada hazır olan cemiyet yönetim kurulunun vatandaşlık durumlarını sordu. O ana kadar bende bilmiyordum. Sonuçları öğrendikten sonra, belediye başkanı hayretten, bende utancımdan küçük dilimizi yutmuştuk. Yönetim kurulu üyelerinin hepsi Alman vatandaşı idi ve tek Alman olmayan bendim ve konuşulanları tercüme eden bendim. Üye arkadaşlar, olayı oldukça komik bulmuşlardı ama benim için hiç de güzel bir tecrübe olmamıştı.” O olaydan sonra, Allah (c.c)’ın insanları neden farklı ırklarda ve farklı dillerde yarattığını ve bir Müslüman için bunun ne manaya geldiğini çok daha iyi anladım.

 

Bu olayı aktardıktan sonra, birde hatırlatmada bulunmak istiyorum. Türkiye Cumhuriyetinde, vatandaşlıkla ilgili düzenlemeler getiren 403 sayılı vatandaşlık yasası, 1964 yılında yürürlüğe girmiştir. Orda, T.C. vatandaşı olmanın şartlarından biri, Türkçe bilmek ve bunu Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından belgelemek zorundadır, T.C. vatandaşlığını alacak olan kişi... Ha uygulanır, uygulanmaz bu kanun maddesi, bu T.C. hükümetinin işi. Ama yıl 2007 ve Almanya, böyle bir uygulamayı, vatandaşlığa alınmada dil zorunluluğunu yeni getiriyor ve bu bizim boyalı basın tarafından “ Düpedüz Irkçılık” başlığı ile Türk kamuoyuna duyuruluyor. Eğer Almanya böyle bir uygulamayı getirince ırkçı oluyorsa, bizim kanundaki hükümleri okuyanlar ne der acaba?

 

Birde tabi yeni getirilen hükümlerde, aile birleşimi ile eşlerini getirecek olanlardan mutlaka ve mutlaka yeterli ekonomik gelire ve imkâna sahip olması şart koşuluyor. Yani, gelecek olan kişileri Almanya’ya girdikten sonra sosyal yardım dairesinden beslenmesinin önüne geçilmek isteniyor. Yani bedavadan geçinmek yok. Eşini getirmek istiyorsan çalışacaksın, para kazanacaksın. Bu uygulama sadece Türklere yönelik değil, herkes için aynı.

 

Alman hükümeti tarafından organize edilen ve Almanya’da yaşayan yaklaşık 15 milyon yabancı ve göçmen kökenli insanın, Almanya’ya iyi entegre olmasını hedefleyen entegrasyon zirvesi daha başta büyük tartışmalara yol açmıştı. İslami cemaatler ve çatı kuruluşlarından DİTİB haricinde kimse çağırılmamıştı. Bu açıdan tartışmaya açık bir oluşumdu. Entegrasyon zirvesinde özellikle islami kesimin yeterince temsil edilmediği, gerek Alman Merkez Müslümanlar Birliği (Zentralrat für Müslime) ve Almanya İslam Konseyi (İslamrat für die BRD) tarafından şiddetle eleştirilmişti. Ancak daha sonra Alman hükümeti, İçişleri bakanlığı bünyesinde, oluşturduğu İslam Konferansına tüm İslami cemaatleri davet edince sular bir nebze olsun durulmuştu.

 

Entegrasyon konferansına Türkler adına davet edilen cemiyetler, -DİTİB’i T.C. destekli olduğunu kabul edip dışarıda tutarsak-, Almanya’da yaşayan Türklerin çoğunluğunu dahi temsil etmedikleri ve bu durum bilindiği halde 2006’daki konferansa katılmışlardır. Bu cemiyetlerin 2007 Konferansına katılmamaları maalesef, buradaki Türk toplumu aleyhine olmuştur. İşin kötüsü, devlet destekli kurum olan DİTİB’in böyle bir karşı çıkış içerisinde yer alması, maalesef hiç de güzel olmamış, yakışık almamıştır.

 

Entegrasyon konferansına katılmayan bu cemiyetler, kendi başarısızlıklarını, Alman Hükümetini tehdit ederek, kapatmaya çalışmışlardır maalesef. Alman Başbakanı Merkel, her şeye rağmen bu işin tehdit yoluyla olmayacağını, Almanya’nın tabiri caizse bu tür tehditlere karşı karnının tok olduğunu ve entegrasyon hususunda hedeflerinden vazgeçmeyeceklerini söylemiştir. Bu son yapılan konferansa katılmayan bu cemiyetlerin, gelecek konferansa katılacaklarını umduğunu belirtmiştir. Kapıların sonuna kadar bu cemiyetlere açık olduğunu belirterek, kendilerini dev aynasında gören ve tehditle bir şeyler elde edebileceğini umut edenlere karşı en büyük cevabı vermiştir.

 

Birde tabiî ki işin içerik boyutu var. Bu kanun değişikliklerinin evveliyatı 2005 yılında yürürlüğe giren Göçmen Kanununa dayanıyor. O dönemlerde, hiç sesleri çıkmayan bu cemiyetlerin, sadece bir kaç ufak değişiklikle ilgili kendilerini kahraman edası ile Alman Hükümeti karşısına atmaları, -zaten Türk hukukunda da,18 yaşından küçüklerin ancak ve ancak mahkeme kararı ile olağanüstü şartlarda evelnmelerine müsade edilirken-, aile birleşimindeki yaş sınırına itiraz etmeleri ve cemiyetlerin diğer konulardaki itirazları, belirli çevrelere destek amacıyla, Türkiye’deki seçim atmosferine gönderme yapma çabasımı sorusunuda insanın aklına getiriyor.

 

Entegrasyon Konferansı, gerek içerik olarak, gerek oluşum biçimi olarak tartışılabilir. Yabancı kökenlileri temsil açısında yeterli görülmeyebilir. Ancak hiç bir zaman, hiç bir şekilde tehditle bir yere varılmaz. Kanun şimdi, Alman Cumhurbaşkanı Köhler’in önünde. Köhler, kamuoyundaki bu tartışmaları dikkate alacaktır. Köhler bu kanunu imzalamayabilir de. Ancak, bu durum bu cemiyetlerin, yaptıkları yanlışı doğru göstermez.