Bir vesile ile 10 gün devam eden kısa bir Avrupa seyahatimiz oldu. Hayatın içinde, yerli yabancı birçok insanla görüşme, tanışma, konuşma, dertleşme imkânı buldum. Gezdiğimiz, dolaştığımız, gördüğümüz hemen her yerde bakışımı İslam ve onun algılanışı üzerine odaklamaya çalıştım.
Gözlemlerim hep bu istikametteydi. Bunun sonucu nazarıma çarpan şeyler, 15 yıl öncesine dayanan kısa Almanya hayatım, o günden bu yana eksik olmayan geliş gidişlerimde edindiğim izlenimler, takip etmeye çalıştığım Avrupa ilim ve fikir dünyasından elde ettiğim bilgilerle birleşince Avrupa özelinde İslam ile alakalı olarak çok ciddi bir değişmenin olduğu kanaatine ulaştırdı beni.
Şöyle ki; Avrupalının yakın dönem itibarıyla yanlış İslam algısında akla gelen ilk menfi hadise hiç şüphe yoktur ki; İran İslam devrimidir. İslam'ın siyasal bir ideoloji olarak algılandığı o dönemlerde İran Devrim İhraç Komitesi'ne karşı birçok önlemlerin alındığı tarihî bir gerçektir. Ardından İran-Irak Savaşı, Afganistan'daki Taliban rejiminin yaptıkları, Saddam'ın Kuveyt saldırısı Avrupalı insanın tarihî İslam anlayışına -korkusuna demek belki daha uygun olurdu- destek veren ayrı unsurlardı. 11 Eylül hadisesi, peşi sıra Madrid ve Londra bombalamaları, bunların Müslümanlara mal edilmesi söz konusu algının tuzu biberi oldu. Öyle ki İslam terörizm, Müslümanlar da potansiyel teröristler olarak piyasaya sunuldu.
Dikkat ederseniz yakın dönem İslam algısından ve bu algıya destek veren şeylerden bahsediyorum. Bakış açısı bu olunca, Avrupa içinde yaşayan Müslüman nüfus devreye giriyor. Çeşitli etnik kökenlere dayanan ama son tahlilde Faslısı, Arap'ı, Hintlisi, Pakistanlısı, Türk ve Kürt'üyle Müslüman olan bu kitlenin -ki 25-30 milyon olduğu söyleniyor- yaşayan İslam olarak Avrupalının mevcut İslam algısı adına kilit noktada durduğu rahatlıkla söylenebilir. Zaten benim yazımı tahsis ettiğim mesele de bu.
Dün artık tarih sayfaları arasına karışmış ama bugün ve yarınKİ İslam'ın temsilcileri olan Müslümanlar bu çerçevede iyi bir performans sergileyebilirse, Avrupalının tarihî önyargılarını da, muhtemel endişelerini de giderebilirler. Nitekim, "İslam, artık Avrupa'nın bir parçasıdır; dünün misafir işçileri bugün vatandaşıdır" vb. sözlerle, yaşayan bir gerçek olarak kabullenilmeye başlayan, entegrasyon politikaları, mabet hürriyeti, vatandaşlık hakkı ile kültürel, dinî ve siyasî boyut kazanan bu olgu, bizzat müşahede imkânı bulduğum ferdî ve kurumsal sahada gerçekleştirilen müspet temsille İslam ve insanlık adına farklı bir mecraya hızla yol almakta. Bazı hususları çok net ifade etmek birilerini rencide edebilir; ama herkesin bildiği, tarihe ve kamuoyuna mal olmuş bir hakikat olması itibarıyla bir cümle ile belirtelim; ikinci, üçüncü nesil diye adlandırılan nesil; baba ve dedelerinin durduğu yerde durmuyor. Dünya görüşü, hayat felsefesi, yaşam tarzı, ekonomik durumu, kültürel seviyesi, eğitimde aldığı mesafe, topluma katkıları onları Avrupalının nezdinde çok farklı bir konuma taşımış. Devletin soğuk yüzü değil, halkların hakla buluşması ve bire bir münasebeti sonucu oluşan sıcak hava, söz konusu buz dağlarını eritmeye başlamış.
KAPIYI AÇMAK AVRUPALI MÜSLÜMANLARIN GÖREVİ
Bunlar güzel ama yeterli mi? Bu süreci geliştirmek için neler yapmalı? Çok şeyler söylenebilir. Ben sadece belki bazılarının dikkat etmediği veya gündelik hayatın gel-git ve telaşeleri içinde görseler de önemli görmediklerini zannettiğim hususa parmak basacağım; İslam'ın tabiatından kaynaklanan ve onu yaşanılır kılan dinî değerlerin yeniden yorumlanması. Aslında bu, Mehmet Akif'in "Kur'an'dan alıp ilhamı; asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı" sözleri ile ifade ettiği İslam'ın ilk gününden bu yana değişmeyen gerçektir. Bu, bir taraftan Avrupalının nezdindeki İslam algısının müspet manada değişimini sağlayacak, diğer taraftan Avrupa topraklarını herkesin kendi değerlerini koruyarak ahenk içinde yaşayabildiği bir mekân haline getirecektir.
Bu sonuca ulaşabilmek için ilmî cepheden bakıldığında Avrupalı Müslümanlar bize düşen tercüme yanlışlığı içine düşülmemesidir. Dünyanın değişik yerlerinde ama özellikle İslam dünyası içinde üretilmiş olan yorumların aynıyla Avrupa'ya taşınması mevcut süreci menfi manada etkileyecek en önemli etkendir. Bunu derken elbette nassların varid olduğu içtihad alanını kastetmiyorum. Reformist bazılarının dile getirdiği "Batılı Müslümanlık" olarak adlandırılabilecek, dinî nassların Batı dünyası değerlerine göre yorumlanması gerektiğini söylemiyorum. Aksine Müslüman alimler tarafından tarihin değişik zaman ve mekân dilimlerinde üretilmiş olan çeşitli bilgilerin aynıyla bu dünyaya taşınmaması gerektiğini vurguluyorum. Tercüme yanlışlığı derken kastım bu.
Biz bunu 70 ile 90'lı yıllar arasında kendi ülkemizde yaşadık. Şimdi de yaşamadığımızı kimse iddia edemez. Mesela, İran, Mısır, Pakistan şartlarında taban kitlenin ister istiklaliyetlerini elde etmek, uluslararası güçlerden ya da kukla yönetimlerden kurtulmak, isterse dinî ve millî kimliğini korumak için girdiği mücadele alanında ürettiği bilgileri biz tercüme faaliyetleri ile ülkemize taşıdık. Sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik arka plan şartlarındaki farklılığın hiç nazara alınmadığı bu bilgiler, bizde farklı oluşumların sahne almasına vesile oldu. İslam'ın siyasal bir ideoloji gibi algılanması ya da üretilmiş bilgilerin nass gibi telakkisinin altında bu vardır. Bilgi dağarcığımızın artması, farklı bakış açıları kazanmamız, şimdiye kadar hiç kimsenin aklına gelmemiş, ilk defa matbaa mürekkebi ile buluşan yorumlardaki enginlik vb. yönleri itibarıyla takdire şayan olabilecek bu faaliyetler; ama söz konusu düşünceler tıpkı ait olduğu ülkelerde olgu gibi ete kemiğe bürünerek hayata intikal edince; ciddi sıkıntılar yaşamışızdır. Şu anda yaşanan bazı sıkıntıların perde arkasında da bu vardır. Hâlbuki işin doğrusu; onlardan istifade ile bizim kendi veri tabanımıza ve mevcut durumumuza göre yeni şeyler üretmemizdi.
İşte Avrupalı insanımızın bu yanlışlığa düşmemesi, kendi yorumunu, içinde yaşadığı şartlar muvacehesinde kendisinin üretmesi gerekir. Bu da dile ve kültüre vâkıf insanlarımızın bu sahaya tevcihleri ile mümkün olur. Mesela dinî açıdan, sahalarında ne kadar uzman olurlarsa olsunlar, dışarıdan devşirme ve ithal kişilerle bu işin tahakkuk edeceğine şahsen ben inanmıyorum. Ülkesinde oturmuş, fakültesinde dört duvar arasında yaşayan ve dünyayı TV ekranları, internet sayfaları arasında takip eden bilginlerle bu işin yapılacağına inanmak safdillik olur.
Çatışma kültürü üzerine kurulu bir coğrafya üzerinde yaşadıklarının farkında olmalı bizim insanımız. Tarihçilerin dile getirdiğine göre; öteki anlayışını Osmanlı'nın Avrupa'ya girmesinden sonra oluşturan, hatta Avrupalı kimliğini bu "öteki" zemini üzerine oturtan bir dünya bu dünya. Bu zaviyeden bakılınca başta işaret ettiğimiz tabanda ve tavanda gerçekleşmeye başlayan Müslüman'ı kabulle oldukça önemli bir eşik aşılmış ya da aşılma aşamasında. Eşiği aşıp kapıyı aralama, ardından kapıyı bütün bütün aşma, başkasının değil, Avrupalı Müslüman'ın görevi.
Zaman