Bir zamanlar şu sorular üzerinde sıklıkla durulurdu. Sanatta ideoloji olur mu? Yönetmen tarafsız olur mu? Bir film her türlü kesime hitap edecek bir konsept oluşturabilir mi? Bütün bu soruların temelinde, insanın tarafsızlığı sorunsalı var. Aslında, bu soruları bir kenara bırakarak, şu soruya cevap aramalıyız; Bir insan tarafsız olabilir mi? Sanatın tarafsızlığı tartışması da yine insanın taraf olup olmadığıyla ilgili bir şey sonuçta.

 

Bir kere, taraf olmayla objektifliği birbirinden kalın çizgilerle ayırmakla başlamalıyız konuya. Çünkü tarafsızlığı objektiflik ile aynı anlamda kullanmak büyük bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Objektiflik kendi fikrinden soyutlanmadan, farklı fikirlerin haklılık paylarına vurgu yapmayı ifade eder. Yani, siz karşıdaki kişi ile o konuda aynı şeyi düşünmezsiniz ancak, onun yaptıklarına tutucu bir bakış açısı ile değil, kendi kıstaslarınızın üzerinde bir bakış açısı yakalayarak yaklaşırsınız. "Seni sevmiyorum ama şu tarafını takdir ediyorum" demek objektifliğin tipik bir ifade şeklidir. Ya da, her ne kadar onlar gibi düşünmese de bir yapımcının, farklı dünya görüşlerine sahip insanlara kendi programında yer vererek, fikren onlardan farklı düşündüğü halde, karşı tarafın konuşma haklarına sonuna kadar saygı duyması, sözlerini kesmemesi, ortamda onları rencide etme, mağlup etme kompleksi ile hareket etmemesi bir objektiflik göstergesidir. Ancak, bu o ifadeyi kullanan kişinin veya o programı yapan kişinin taraf olmaması anlamına gelmiyor kesinlikle! İşte bu noktada şu gerçeği kabul etmemiz gerekiyor. İnsan tarafsız olamaz! Her insan bir taraftır. Bir dünya görüşünün, bir sınıfın, bir ideolojinin, bir siyasi partinin, bir hareketin, bir fikrin ama mutlaka bir "tarafın" taraftarıdır. Ve insan bu tarafını yaptığı her eyleme yansıtır. Örneğin, bir siyasi parti tarafını tutan seçmen, sandığa attığı oyun rengi ile tarafını belli eder. Çünkü eğer bu ülkeyi refah düzeyine ulaştıracak bir siyasi parti varsa, o partinin kendisinin oy verdiği parti olduğuna inanır ve o tarafı tercih eder. Bir harekete mensup bir birey, o hareketin savunduğu tezleri savunarak, hayatında tatbik ederek, o harekette durduğu tarafı gösterir. Peki, bir sanatçı durduğu tarafı nasıl belli eder? Elbette ki, sanat kavramının ruhunu da gözeterek, bu taraf olma eylemini sıradan insanların yaptığı gibi aleni değil, daha sembolik bir tavırla belli eder. Nasıl yapar bunu? Konumuz sinema olduğu için, örnekleri sinemadan verelim:

 

Yılmaz Güney Duvar diye bir film yapar. Hem senaryosunu hem de yönetmenliğini üstlenir. Duvar filmi, özellikle çocukların hapishane hayatında karşılaştıkları zorlukları ön planda tutan bir hapishane filmidir. Bu filmde mevcut otoritenin çocuklar üzerinde kullandığı katı ve özellikle faşist baskının bir eleştirisi söz konusudur. Ancak film dikkatle izlendiğinde, Güney'in çocuk hassasiyeti ile birlikte izleyiciye verdiği mesajın ayrıntıları daha net bir şekilde görülecektir. Çocukların koğuşlarının bulunduğu blokta kalan ve duvarlara yazdıklarından Tikko örgütü mensupları oldukları anlaşılan mahkumların görüntüleri Yılmaz Güney'in kamerasının durduğu taraf hakkında bizlere ip uçları verir. Çünkü koğuşlarda kalan bu örgüt elemanları adil, insan yaşamına saygılı, emekçi ve de özgürlükçü bir ideolojinin neferleri olarak yansıtılır perdeye. Bahçede koşmaları, türküler söylemeleri, duvarlara yazdıkları birer birer kameranın teknik özelliklerinden faydalanılarak bir görüntü ahengi ile izleyiciye sunulur. Tıpkı Yılmaz Güney'in birçok filminde olduğu gibi. İşte, bu örnekten sonra Güney'in tarafsız olup olmadığını kendi kendine sorgulayan bir kişi, sanatın taraf olma konusunda nasıl bir ayırıcı etken olabileceğini de net bir şekilde görebilir. Güney, çocukların zor şartlar altında kaldıkları hapishane hayatını son derece çarpıcı karelerle yansıtmıştır. Hapishanede kalan mahkûmların acısını yansıtırken, kendi dünya görüşüne mensup veya o görüşe yakın mahkûmların görüntülerine ayrıca vurgu yapmayı da ihmal etmez. İşte bu noktada şöyle bir ifade ile durumu özetlemek mümkündür: Güney, hapishane yaşamını etkileyici ve gerçekçi bir şekilde anlatmış ancak tuttuğu tarafı da belli etmeyi ihmal etmemiş, hatta objektif olamamıştır.

 

İkinci bir örnek ise bir süre önce kaybettiğimiz Türk Sinemasının duayenlerinden olan Atıf Yılmaz'ın "Eylül Fırtınası" isimli filmidir. Filmde 12 Eylül sonrası dönemin sancılı olayları işlenmektedir. Filme konu olan kahramanlar komünisttir. Bu komünist kahramanlar Cumhuriyet Gazetesi okurlar. İnsanlara komünizmin aslında sanıldığı gibi katı bir dünya görüşü değil, insanlığın ortak iyi niyetin etrafında toplanmasıydı. Filmde geçen bir diyalogda, "sen komünist misin? Komünist ne demek? " diye soran küçük çocuğa, kahramanın verdiği şu cevaba yer verilir "Komünist demek, daha mutlu bir hayat için, daha özgür bir dünya için çalışan demektir." Toplumumuzun çok büyük bir kesiminin antipati beslediği Komünizm, Yılmaz'ın kamerası ile işte bu bakış açısı doğrultusunda işlenmeye çalışılmıştır. Atıf Yılmaz kamerasını bir kez daha kendisine "taraf" tutmuştur.

 

Bence her sanatçı bir taraftır. Fakat durduğu taraf, onun objektif olmasına engel değildir. Sinemanın bir ideolojiyi anlatmadaki yerine gelince; sinemayı elinde tutan erk, onu kendi düşünce dünyasının bir sahnesi olarak kullanabilir. Yönetmen, neyi düşünüyorsa, perdeye o yansır. Kendi için, para için, şöhret için veya bir başka şey için yapması sonucu değiştirmez. Sinema da bir anlamda bir slogan olarak kullanılabilmiştir. Her yönetmen ideolojisini filmine az veya çok yansıtmıştır. Yani her yönetmen filmi ile bir slogan atmıştır! 

 

 

 

 

Yasal Uyarı: Dünya Bülteni haber portalında yayımlanan yazarlarımıza ait makaleleri, site yönetiminin izni olmadan kopyalamak veya yeniden yayınlamak yasaktır.