Henüz yaşıyorken (tıbben) ölümleri öngörülmüş insanların davranışları hep hüzün vermiştir bana. Sadece ölüme değil, hayata dair düşünce ve fikirleri de sıradan birilerinin duruşlarına göre çok daha anlamlı geliyor çünkü. Söz gelimi, kansere yakalanmış birinin yaşam ve ölümle ilgili söylediklerine kulak kesilir, onun gözüyle yaşadıklarıma/mıza bir kez daha farklı bir açıdan bakma gereği duyarım.

 Bir süredir Sabah Gazetesi’nin Günaydın ekinde, ünlü spor yazarı Kazım Kanat’la ilgili yayımlanan bir yazı dizisini takip ediyordum. Elbette ki (zaman zaman oynamak dışında) ilgili olmadığım futbol dalında ünlenmiş Kazım Kanat’ı bu güne kadar bir kez olsun okumuş değilim. Fakat kanser hastalığına yakalanan ve bir süredir yaşamını rutin alışkanlıkların dışında, farklı bir bölgede yine farklı uğraşlarla devam ettiren Kazım Kanat’ı tanıyordum ve hastalığıyla dikkatimi fazlasıyla üzerine çekiyordu. Bu amansız hastalıkla mücadele eden yazarın hemen her sözünü büyük bir özenle okudum, bazı satırlarındaki ifadeleri üzerinde de ayrıca düşündüm.

 Hastalıkla mücadele ederken moralini asla bozmadığını söyleyen Kazım Kanat, hayata olan düşkünlüğünden taviz vermediğini, bu amansız hastalıkla sonuna kadar mücadele edeceğini söylüyordu. Sonucu ne olursa olsun, tedaviyi aksatmadığını ve kendisini tamamen hastalığı yenme hedefine kilitlediğini de sözlerine ekliyordu. Buraya kadar olan kısımda şaşırılacak bir durum yok. Zira bu tür hastalıklara yakalanan herkes, elindeki tek çıkar yolun hastalıkla mücadele olduğunu az çok kestirebilir. Ne var ki, ilginç olan kısım yazarın hastalıkla olan mücadelesini kaybetme olasılığıyla ilgili bölümdü. ‘Ölümü duyunca ödüm kopuyor’ diyen Kazım Kanat, ‘ölünce beni Bodrum’da denize yakın bir yerde yatırmadan gömsünler’ diyor. ‘Yüzüm denize baksın. Denizin dalgalarından gelen hırçınlık yüzüme vursun. Ölsem dahi yine yaşadığımı hissederim…’

 6 gün boyunca yaşadıklarını, korku ve ümitlerini, hastalıkla amansız mücadelesini anlatan Kazım Kanat, hayata olan bağlılığının altını kalın çizgilerle çiziyor. Ancak söz gelip ölüme dayandığında film aniden kopuveriyor. Söz bitiyor ve söylenebilecek hiçbir şey kalmıyor.

 Neden diyorum kendi kendime, neden hayatla ilgili bu denli derin düşünme çabasında olan biri, ölüm için bir kanaate sahip olmaya çalışmaz? Neden ölüm sonrası âlem, bu dünya ile özdeşleştirilir? Mesela, öldükten sonra bir insan gömüldüğü yerden hırçın dalgaları hissedebileceğine nasıl inanabilir? Bir insan ‘acaba ölümden sonra nasıl bir alem var’ sorusunu sormaz mı kendine? ‘Eğer ölüm sonrası bir yaşam varsa, benim oradaki durumum ne olacak, beni nasıl bir sonuç bekliyor’ soruları gelmez mi aklına insanın?

 Yeni Şafak Gazetesi sinema yazarı Ali Murat Güven bir süre önce ilginç bir tartışma başlatmıştı. Tartışmanın konusu sinemacıların ahiret inancıydı. Aylık olarak yayımlanan Sinema Dergisi, her sayısının son sayfasına konuk ettiği sinemacılara ‘ölümden sonra ne var?’ sorusunu yöneltiyor. Konukların tamamına yakını ‘bilmiyorum, ilgilenmiyorum, önemli olan şimdiki anım, ölümden sonra bir şey yok’ gibi yanıtlar verince, Ali Murat Güven de (bence haklı olarak) ‘yahu ne oluyor bu adamlara? Sinema dinsizlik mi aşılıyor? Yoksa sinemaya inanalar, sinemayla ilgilenenler dinsiz mi?’ kabilinden sorular soruyordu.

 Sadece Kazım Kanat ve sinemacılar değil sanat, medya ve popüler kültürün ön plana çıkardığı insanların neredeyse tamamına yakını ölüm ve sonrası ile ilgili bu tür ilginç tutumlar sergiliyor. Kanser v.b güç hastalıklara yakalanan birçok ünlü, toplumda görmeye pek de alışık olmadığımız tuhaf çıkışlar yapıyor. Kimi ölünce bir kelebek olarak hayata geri döneceğini, kimi cennetten mesaj göndereceğini, kimi ölüm sonrası olmadığı için çıldırmanın eşiğine geldiğini, kimi de ölümden korkmadığını, çünkü kendisini çatık kaşlı bir Allah değil, hümanist bir ilahın karşılayacağını söylüyor.

 Ahirete inanmak kadar, onu inkâr etmek de kişinin inancıyla ilgili bir şey kuşkusuz. Birine ‘ahirete inanmak zorundasın’ diye bir dayatmaya kimsenin hakkı olmadığı gibi, aynı şekilde bir başkasına ‘neden ahrete inanmıyorsun’ dayatmasında bulunulamaz. Fakat Müslüman olduğunu açık bir biçimde ortaya koyan birinin ölümden sonrasına inanmadığını, kuşku duyduğunu veya kendisini ilgilendirmediğini söylemesi, üzerinde durulması gereken trajik bir noktadır. Bir yargılama olarak değil ama önemli bir durum tespiti olması bakımından, Kazım Kanat’ın söylediklerinin dikkate şayan şeyler olduğunu düşünüyorum. Çünkü 6 gün boyunca okuduğum spor yazarı ne ahiretle, ne tevekkülle, ne de Allah’a, kadere veya hayatın ölümlülüğüne dair bir vurgu yapıyordu. Söylediklerinin bütünü kulağa hoş gelebilecek demogojik kelimle dizinleriydi; derinliksiz, anlamsız ve inançsız…

İslam inancının ısrarla vurgu yaptığı, dünyanın yaratılış nedeni olarak sunduğu ve mutlak surette yargılanıp ölüm öncesi yaşamına göre herkesin ebedi yerinin belirleneceği bir ‘ölüm sonrası hayatı’ yok saymak neyin ifadesidir; suçluluğun mu, sorumsuzluğun mu? Böyle bir inanca sahip olmanın dindeki karşılığı nedir, bilemiyorum. Bu İslam bilginlerinin yanıtlayacağı bir soru. Ancak bildiğim bir şey var ki, o da varlıklarını nefes alıp vermekten ibaret sayanların ellerinde, dünyada yaşadıklarından başka bir şey kalmayacağı gerçeğidir.