Kemalist dönemin bariz özelliği Sorun Resmi Toplum'un karar verme mevkiinde olan aklında, yani siyasi ve idari temel zihniyette yatıyordu. Kemalizm, bunun ideolojik kılıfı, baskıcı, özünde totaliter sisteme meşruiyet sağlayan çerçevesi olarak iş ve işlev görüyordu. Postkemalist dönemde insanın kendi aklını kullanması, serbest müzakereye katılması, ötekini tanıma ve anlama sürecine girmesi ve eğer bir arada yaşama, ortak sorunlar karşısında ortak sorumluluklar üstlenme şartları ve imkanları varsa birtakım sözleşmeler (muahedeler) akdetmesi mümkün olacak mı? Yeni dönemin can yakıcı sorusu budur.
Bu çerçeveden bakıldığında ortada iyimser olmayı gerektirecek çok sayıda sebep yok. Bizi kötümser olmaya sevkeden somut örnekler var, bunlardan biri de Abant Platformları’nın katma değeriyle ilgili olan baskın algılardır. 1998’den bu yana düzenli olarak düzenlenen Abant Toplantıları’na ve söz konusu toplantılar sonucunda yayınlanan sonuç bildirilerin siyasi ve toplumsal katma değeri konusunda yürütülen mülahazalarda hala devlet bildirileri kabul edebilir adres olarak görülmektedir. Burada sözü edilen ‘kabul’ devletin ortaya çıkan fikri hasılayı veya çözüm önerilerini alıp yasama meclisinde yasa yapmada referans olarak kullanması veya yürüttüğü politikalarda kale alması manasında kullanmıyoruz. Hedeflenen devlet katında bildirilerin itibar görmesi, birtür takdir toplaması hadisesidir. İstisnalar olmakla beraber platformlar müzakere usulüne göre düzenlendiği halde, birçok katılımcı sonuç bildirilerinin muhatabı doğrudan devleti görmeye eğilimlidir. Mesele bu şekilde ortaya konulduğunda, o zaman, bir çok çevreden insanın bir araya gelerek aldığı önemli kararların niçin devlet katında gerekli yankıyı bulamadığı sorusu havada kalıyor ve bu soruya tatminkar bir cevap bulunmadığı zaman da düş kırıklığı hasıl oluyor. Bunun izahı kolay, çünkü karakteristik tabiatı dolayısıyla devlet, sivil ve serbest müzakere süreçleriyle varılmış mutabakatlara pek hayırhah gözle bakmaz.
Abant Toplantılarını örnek vermemizin sebebi, söz konusu toplantılarda takip edilen yöntemin, aslında geliştirildiğinde bir tür anayasa metni hazırlama yöntemine hayli yakın olması dolayısıyladır. Korkarım ki, yeni ve sivil bir anayasa hazırlama hevesi sonunda bu türden bir duvara toslayacaktır. Galiba sorunun merkezinde yanlış muhatap tespiti yatmaktadır. Oysa eğer devlet, toplumsal geniş kesimlerin sivil ve meşru baskıları karşısında -isteksiz olsa da- artık bir şekilde bazı ihtiyaç ve taleplere cevap vermek durumuna gelmişse, devletin yapması gereken şey, resmi kararlar verip gerekli icraatlara geçmesinden ibaret olmalıdır.
Ama asıl bundan önce siyasi organizmanın beynine talepleri gönderecek etkileyici organın bir iç dönüşüme uğraması gerekir. Bu asıl organ da toplumsal bünyenin kalbinden başkası değildir. Rudolf Bahro'nun deyimiyle "uzlaşma kalbin reformu"dur. Muhataralı konuları bir uzlaşma zeminine oturtmak üzere farklı fikri ve siyasi çevrelerden bir araya gelmiş bulunan insanlar, tamamiyle "ahlaki" kaygı ve düşüncelerle ortak bir zemin üzerinde toplumsal hayatın sürekliliği için gerekli olan ortak prensipler üzerinde bir "uzlaşma" sağlanabileceğini ortaya koyabilirlerse, sorunun yarısını çözmüş olurlar. Bunu da bütün akidlerin ve sözleşmelerin ortaya çıkmasını sağlayan temel bir yöntem olarak "müzakere yolu"yla gerçekleştiriyorlarsa, en önemli, en kritik ahlaki adım atılmış demektir. Bu toplumun asli referans kaynakları itibariyle ahlaki bir çabayı gerçekleştirebileceğini ve bu çabanın belki de günün birinde çok daha özgürlükçü, hukukun üstünlüğünü esas alan ve herkesin sahiden özel, sivil ve kamusal alanlarda temsilini güvence altına alan bir anayasaya ilham teşkil edebileceğini düşünebiliriz. Eğer anayasalar farklı toplumsal sınıflar, kesimler, kimlikler ve sosyal gruplar arasında uzlaşma metinleri ise, bu metinler hakiki toplumsal güçler tarafından savunulduğu ve ahlaki amaçlı çabalarla, yani karşılıklı müzakere yoluyla gerçekleştiği zaman kalıcı olurlar. Bu açıdan kanaatimce ister anayasaların ister çeşitli platformlarda ortaya çıkan sonuç bildirilerinin ilk ve hakiki muhatabı toplumdur. Bu bildirilerin Türkiye'de yaşayan herkesin ahlaki ve siyasi kültürünün en esaslı bir unsuru haline gelmesi için çaba göstermek daha doğru olur.
Müzakereye açık platformlar farklı toplumsal muhayyilelere sahip kesimlerin önce kendileriyle, sonra modern dünya ile yüzleşmelerini sağlar. Bu platformlara katılan insanlar, bir yandan Türkiye'nin bazı sorunlarına çözüm arar ve bu çözümlerde kullanılacak temel prensiplerin ne olduğu müzakeresine girişirlerken, öbür yandan dünyanın içinden geçmekte olduğu sürecin doğasıyla, zamanın icaplarıyla da karşı karşıya gelmektedirler. İslam dünyasının olduğu kadar Türkiye'nin de en önemli ihtiyacı "muhalif", "dışarı"dan veya "eleştirel" bir gözle kendini "öteki'nin aynası"nda görme cesaretini ve tahammülünü göstermesidir.