Hakların içeriğini ve genel çerçevesini çizenler, bu çabaya girişirlerken akli muhakeme güçlerini, karşılaştıkları sorunları ve hayata ilişkin umut ve beklentilerini esas almışlar. Bu da anlaşılabilir bir şeydir, çünkü her insan kendini varlıkta güvence altında tutmak ister. Belki de başlangıcı itibariyle haklar özgürlüğü teminat altına almaktan çok güvenliği tesis etme amacına matuf olmuştur. Ancak akli ve diğer beşeri kapasitesi dolayısıyla eksik ve sınırlı olan insan her zaman ihmal eder, ıskalar, gözden kaçırır. İnsanın vahy ile ilişkisi, aklını ışığın aydınlattığı dünya üzerinde düşünmeyi ve hüküm verirken kendi üstünde varolan hakikate muhtaç olmayı kabul edip etmemesiyle ilgilidir. Vahyin ışığı olmaksızın akıl, zifiri karanlıkta ışığı reddeden insanın gözünü bir fener gibi kullanmaya çalışması gibidir, bu hamakattır. Vahyin ışığında hiçbir şey karanlıkta kalmaz, nesneler görünür ve kendi kapasitelerince iş ve işlev görür.

İslam dininde hak olan şeyler Batılı haklar teorisinde hak değildir, aksi de doğrudur. Batı’nın seküler haklar paketinde mesela “komşu hakları” yer almaz, “ölünün hakları”ndan da söz edilmez. Efendimiz (s.a.) komşunun komşu üzerindeki haklarını neredeyse verasete kadar teşmil edecekti. Mahallemizde ölen birinin cenazesine gitmek onun hakkı, bizim de üstümüzde terettüp etmiş farz-ı kifayedir. Yeterince insan cenazeye gitmeyecek olursa farz-ı ayn olur ve bütün mahalle sorumluluk altına girer.

Modernler ölü hakkının ne olduğunu bilmez! Ölüyü yıkamak, kefenlemek, defnetmek, taziyesine gitmek, hayırla yad etmek, onun için Allah’tan bağışlanma dilemek ölünün hakkıdır. Hak kavramı o kadar farklı ki ölenin hakkı olduğu gibi, doğmamış çocuğun dahi hakkı vardır. Modern hukuk hak’kı doğum ile ölüm arasında sabit tutuyor. Hz. Ömer’ in içtihadına göre anne karnındaki cenin mirasta hak sahibidir. Değil mi ki Allah onu halk etti, annesinin karnında iken babası vefat ederse mirasta onun da hakkı vardır.

Tamamen yanlış bir referans çerçevesinden hareketle “hak ve özgürlükler” arası ilişkiler de yanlış temellendirilmektedir. Batı’da hakların referansı özgürlüktür. Yalın manada ele alındığında özgürlük İslam kelamında “istitaa” yani “yapabilirlik” demektir. Bize eylemde bulunma gücü, yetisi ve melekesi verilmiştir. Buna göre bir şeyi yapabiliyorsan bu bir özgürlüktür. Hak ise kazanılmış bir eylemdir. Soru şu:

İnsanın bir şeyi yapabiliyor olması, onun hak olduğunu gösterir mi?

Mesela “Dinde zorlama yoktur” yani din seçiminde de zorlama yoktur. İnsan teslis (üçleme) inancını seçebilir. Pekiyi, Allah’ın zatı üç müdür? Hayır! O tektir ve birdir. İnsanın teslisi veya ateizmi seçmesi hak mıdır? Hayır, hak değil, özgürlüktür!..Hak değil, çünkü Allah’ın varlığını veya birliğini inkar etmek hakikate mügayirdir. Diyebilirsiniz, Erciyes dağı yoktur, gözümüzün önünde duran bu koca kütle dağ değil göldür. Bunu diyebilirsiniz, bu bir istitaa’dır ama hakikat değildir. Kişi kendi özgür seçimini yaptıktan sonra seçimine uygun yaşaması haktır. Teslis inancını seçtiyse, onun kilisede çocuğunu vaftiz etmesi, dua etmesi, ayine katılması dinde zorlama yoktur ilkesinin sonucudur. Hak ve hakikat olmayan seçim yapmıştır, bu doğrudur ama yanlış seçiminden hareketle dua ve ayinine engel olmaya çalışmak onu dinde zorlamaktır. Yanlış seçiminin hesabını bize değil, ahirette Allah’a verecektir. Şu halde hiyerarşide önce özgürlük, sonra haklar gelmektedir.

Özgürlük mutlak manada hak değildir. Bundan dolayı bir sorumluluğu da vardır. Bir özgürlüğü seçiyorsan onun iyi ya da kötü karşılığını görürsün. Nasıl ki cinayet işlemek bir özgürlük ise ve bu fiilin bir cezası varsa, ahlaki ve hukuki olarak yapabildiğin her şey özgür bir seçimdir. Fakat bu bir hak değildir.

Öyle bir noktaya geldik ki, liberal demokrasi ve iktisat politikalarını takip ede ede ‘din bireysel bir özgürlüktür, kişisel bir tercihtir’ demeye başladık. Bu telakkiye göre benim dini hayat yaşamamla bir popçunun saçını pembeye boyaması veya birinin cinsiyet değiştirmeye kalkışması arasında fark ortadan kalkmaya yüz tuttu. Başörtüsü de kişisel tercih ve bireysel özgürlük olarak savunuldu. Dini vecibe kişisel tercihe indirgendiğinde üst hükümler anlamsızlaşır, tercihi yapan kişi başörtüsü ve bedeni arasındaki ilişkiyi de kendince değiştirebilir. Bir bakmışız ki başörtüsü takan kadın tayt giyip ortalıkta gezinmektedir. Yani başını örtmüş ama bedenini öne çıkarmıştır. Hükmün doğrusunu anlatmaya kalkıştığınızda “Bu benim kişisel tercihimdir, kimse buna karışamaz” cevabıyla karşılaşırsınız: “İster öyle yaparım, ister böyle! Otorite tanımam, ben nasıl anlıyorsam, öyle yaparım”. Bu bakış açısı dini kişiselleştirdi, bireyselleştirdi. Kant dini anlayışı bireysel akla ve akıldan ahlaka indirgedi. Benim aklım dini nasıl algılıyorsa, odur. Çünkü Aydınlanmacıların asıl hedefi, kilise otoritesini ortadan kaldırmaktı, kiliseyi aradan çıkarınca aklı otorite makamına çıkarttılar. Böylelikle din yoruma indirgenip, kişiden kişiye değişir oldu. Sana göre din, bana göre din! Oysa dinin muhkemleri var, muhkemler değişmez. Sadece zihinsel yorumla değil, ruhsal-enfüsi tecrübeyle dahi olsa muhkemler değişmez. Hasan Basri’ye izafe edilen şu hadise buna tipik örnektir:

Derler ki bir mağarada uzun yıllar nefsini öldürmek üzere çile, riyazet yapan Hasan Basri, sonunda bir noktaya gelir, kulağına bir sesler gelir:Kum, uhille leke’l haram”Yani haram sana helal oldu, kalk ve dilediğini yap)!” Hasan Basri tereddütsüz şöyle bağırır: “Idfe’ anni ya şeytan er raciym, ha za ma uhille li Rasulillah (defol yanımdan ey Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytan, buResulullah’a helal olmadı!)” Allah’ın elçisine haram olan bana nasıl helal olabilir?

Aklı referans seçtiğimizde hakları hak olmaktan çıkartır, haksızlıkları hak mevkiine yükseltir. Çünkü akıl hem sınırlıdır hem çoğu zaman nefsin isteklerini makulleştirir, rasyonalize eder. Bu bize gösteriyor ki, haklar teorisinin sahih dinin muhkemlerini referans alması lazım. İslam dininin referasları öncelikle Kur’an’a ve Sünnet’e, ikinci kademede temiz fıtrata ve selim akla dayanır. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de sürekli olarak bizi vahyi anlamaya çağırırken aklımızı ve vicdanımızı harekete geçirmemizi, onlara başvurmamızı emrediyor. Siyaset teorisi de bundan kopuk ele alınamaz.