Müslümanların içinde bulunduğu durum, kendi tutum ve davranışlarının, başka bir ifadeyle yapıp ettiklerinin, amellerinin sonucudur. Kur’an-ı Kerim, bize, Allah’ın insanlara haksızlık yapmadığını, haksızlığı ve zulmü sevmediğini, asıl insanların kendilerine zulmettiğini belirtmektedir. Başka ayetlerde çok daha açık bir biçimde “iyiliklerin Allah’tan, kötülüklerin kuldan” olduğu hususunun altı çizilmektedir.
Pekiyi biz nasıl olur da iyiliklerden uzaklaşıp amellerimizi kötülüğe kalbedebiliyoruz?
Bu sorunun cevabı sanıldığı kadar basit değildir. Cevap da büyük teorik kitaplarda saklı da değildir.
Aslında iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu biliyoruz. Bu konuda elimizde bir rehber var. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.)’in Sünneti ve Sireti bize tam anlamıyla bir yol haritası vermektedir. Bu yol haritasını takip etmediğimiz için inancımızla amellerimiz, düşüncelerimizle eylemlerimiz arasında bir örtüşme mümkün olmuyor. Bir şey söylüyoruz, aksini yapıyoruz. Bildiklerimizin, gece gündüz dilimizden düşürmediklerimizin pratik hayatta bir faydası olmuyor.
Bize hakemlik yapmamız için tevdi edilmiş bir davada, hakim veya hakem rolünü oynuyoruz, ama verdiğimiz hükümde adil davranmıyoruz. Bu yüzden aramızdaki ilişkilerde, hayatımızda adalet tesis edilmiyor. Bilgilerimiz var, ne yapmamız gerektiğini “biliyoruz”, ama bu bilgiyle amil olmuyoruz. Mesela “temizliğin imanın yarısı” olduğunu biliyoruz, ama sokaklarımız, şehirlerimiz temiz değil. Çetelesi zor çıkarılır sayıda tarikat var, her tarikatın başında bir mürşit bulunuyor, ama çoğunun mürşidi kendini irşad etmekten aciz, kamil değil. Kendisi kemale muhtaç biri nasıl başkasına irşad yapabilir ki. Hakiki mürşidi kaybettiğimiz için, “mürşid” –Kuzey Afrika dillerinde olduğu gibi- “turist rehberi” olmuş. Dergahların sayısı artıyor, ama dergahların müdavimleri hakiki derviş değil.
Kime sorsan “Elhamdulillah Müslümanım” diyecek, ama bu nominal bir Müslümanlıktan öteye geçmiyor. Çünkü iman bu Müslümanın kalbine, ruhuna nüfuz etmiş, işlemiş değil. Öyle olmasaydı iman amellerde tezahür edecekti.
Sermaye ve statülerin el değiştirmesiyle zenginlik de artıyor, gel gör ki, Müslümanlar zenginleştikçe cimrileşiyorlar; infakları, Allah için ve Allah yolundaki harcamaları azalıyor. Bir ülkede 17 milyon yoksul, 1,5 milyon açlık sınırında yaşıyorsa, Müslümanların şüpheli olarak zenginleştikleri söylenebilir.
Her toplumda zengin gibi yoksul da olur. Yoksulluk utanılacak bir şey değildir. Yoksulda olması gereken, durumunu düzeltmesi için gayret göstermesi, sosyal adalet için çalışması ve elbette sabırlı olması. Ne emek ve gayret kaldı ne sabır ve iffet.
Ailelerimizin diğerlerininkinden farkı kalmadı. Erkeklerimiz yüce Allah’ın onlara yüklediği “kavvam” vasfını bir angarya, kadınlarımız “eşine itaati” tahakküm görüyor. Annelik itibardan düşmüş, ev hanımlığı utanılacak bir şey. Evliliklerde dikiş tutmuyor, hızla çözülüyor. Kızlarımızın başı örtülü, ama üzerlerinde daracık pantolonlar var, göğüsleri top top. Bir bakıyorsunuz başörtülü kız, erkek arkadışının, nişanlısının veya eşinin herkesin ortasında neredeyse kucağına girecek gibi. Hocalarımız eğitim, okul-üniversiteler için baş açma fetvasını verdiler, önce utanarak kızlarımız başlarını açtı, sonra saçlarını düzeltti, derken kuaföre gidip yaptırdı. Şimdi onlar da diğerleri gibi modanın, tüketim kültürünün birer sosyal kuklası gibi yaşıyor.
Camiler dolup taşıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verilerine göre hiç değilse her hafta Cuma namazına gidenlerin sayısı 18 milyon civarında, ama camiye gidenlerin namazın ruhundan, hikmet ve faydasından haberleri yok. Sanki Müslüman camide, ama namazdan haberdar değil. Elinde tespih zikredip duruyoruz, ama dilimizle söylediğimiz boğazımızdan aşağı inmiyor, kalbe nüfuz etmiyor, kalbimizi değiştirmiyor. Dua edip duruyoruz, olacak olmayacak taleplerde bulunuyoruz, ama ihlaslı olmadığımız için bu duaların bir türlü kabul edilmediği üzerinde tefekkür etmiyoruz.
Herkes, hayatın merkezine kendisini yerleştirmiş, “sen” deyip duruyor, egosunu şişiriyor. Kardeşini, başkasını, komşu veya akrabasını aklına getirmiyor. Dünya küçük bir köye dönmüş, komşularımız açlıktan kırılıyor, biz rahat yataklarımızda tok karınla mışıl mışıl uyuyabiliyoruz.
Zevklerimizin hiçbirinden fedakarlık yapmaya hazır değiliz, cehenneme giden yollar sonuna kadar açık, buna rağmen cenneti garantilemiş gibi rahat hareket ediyoruz. Her amelde “iyi niyet” var diyoruz, ama amellerin sonuçlarına bakmıyoruz. Öylesine rahat ve umursamazız ki, akıllara ziyan. Kur’an’ın kınadığı Yahudiler gibi oluyoruz Allah muhafaza. Onlar da “Bize bir şey olmaz, biz Allah’ın seçkin kullarıyız, kurtulmuş kavimiz, cehenneme gitsek bile belli bir süre azap çekeceğiz, cennet bizimdir” deyip kendilerini aldatıyor, şanı yüce Allah’a olmadık iftiralar atıyorlardı.
Edep, haya, utanma, iffet gibi kelimeleri neredeyse unutur olduk. Artık sözlüklerimizde yer kalmadı sanki. Ahlaktan söz edilecek olsa, en yüksek perdeden İslam ahlakı”ndan biz bahsederiz, ahlakı kimseye bırakmayız. Ne kadar ahlaklı olduğumuzu basit şeylerle ölçebiliriz. Mesela ne kadar gıybet yapıyoruz, dedikodulara, iftira ve yalanlara ne kadar itibar ediyoruz, bir buna bakmak yeterli. Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.) Kur’an ahlakının timsaliydi, onun ahlakının üzerimizde dikkate değer bir etkisi ve tezahürü yok. Kur’an ve Hz. Peygamber’e olan bağlılığımız ve hayranlığımız dilimizden düşmüyor.
Bir yarış, bir rekabet hırsı başladı ki, birbirimizin hakkını, kardeşlik hukukunu tanımaz olduk. Herkes bir diğerinin omuzlarına basıp yükselmek istiyor. Liberal rekabeti, serbest piyasanın acımasız kurallarını öylesine benimsedik ki, bunu başarı ve zenginliğin, refah ve gücün yegane yolu ve teminatı görmeye başladık. Haset ve kıskançlık, hadiste buyrulduğu üzere “ateşin odunu yemesi gibi iyiliklerimizi yiyip duruyor”, nefsimizin istek ve tutkularına hakim olmayı düşünmüyoruz. Gurur, sözlük anlamındaki gibi bizi yanıltıyor, aldatıyor, ama Şeytan’ın bu en sinsi tuzağının bir türlü farkına varamıyoruz. Bir gaflet hali ki, devenin uçurumun kenarında bir tutam ota kanıp ona yönelmesi ve uçurumdan yuvarlanma tehlikesini yaşaması gibi, dünya bizi uçurumun, bir ateş çukurunun kenarına çekiyor.
Netice-i kelam, bilgilerimiz imana dönüşmüyor, imanımız amellerimizde tezahür etmiyor. Takva üzere yaşadığımızı iddia ediyoruz, asgari sınır olan fetvalara itibarımız kalmadı. Allah bizi ıslah etsin, Ramazan’a girerken kalbimizi dini üzere değiştirsin, ayağımızı sabit kadem kılsın. Anlaşılan şu ki, bizim “yeniden iman etmeye” ihtiyacımız var. Kur’an_ı Kerim’in çağrısına kulak verelim: “Ey iman edenler (yeniden ve bir kere daha) iman edin!”