İnsanların etraflıca düşünüp akıllarının gösterdiği istikamette mi, yoksa aşkın bir kaynağın kriterlerine göre mi yaşadıkları sorusu, insani tercih ve fiillerinin kaynağını anlamamız bakımından önemlidir. Soru bizi bütün din müntesiplerinin şu veya bu düzeyde karşılaştıkları “vahy-akıl, din-felsefe” problemine götürür. Bu sorun ta İskenderiyeli Filon’dan başlayarak Yahudi kelamında ve Batı’ya geçişiyle beraber Hıristiyan teolojisinde büyük hasarlara yol açmıştır. En az hasarı İslam’ın gördüğünü söylemek mümkün. Çünkü en azından en akılcı sayılan Mutezile, din ile nakil çatıştığı zaman akıl tercih edilir derken bile, aklı mahiyeti itibariyle yine ilahi kaynağa refere ederdi; Gazali’yi eleştirmek üzere “Tehafü’t tehafüt”ü kaleme alan Aristocu’nun en yetkin şarihi İbn Rüşt de din ile felsefeyi aynı memeden emen iki kardeş görürdü.
Bittabi düşünce “insan zihninin faaliyetinin ürünüdür”. Din, insan düşüncesinin ve zihninin bir ürünü değildir; bize hariçten gelir, menşei ilahidir. Allah, düşünerek bize bir şey vahyetmez; Allah’ın ilmi vardır. O ‘El Aliym’dir. Düşünmek ise insana mahsus bir faaliyettir, sadece de insan düşünür. Düşüncenin birden fazla türevi ve çeşidi var: Akletmek, tefekkür, tedebbür, tezekkür, teemmül, tafakkuh vs. Melekler düşünmez veya düşünerek hareket etmezler, düşünüyor, istikrada bulunuyor olsalar bile iradeleri dışında belirlenmiş bir yol haritasına göre hareket ederler; sadece itaat eder ve yaparlar; Allah, itaati verili olarak onlara vermiştir. Bu özellikleri itibariyle melekleri robotlara benzetme yanılgısına düşmek de büyük hatadır. Düşünme, istakrada bulunma biçimleri bizimkinden farklıdır. İnsan aklı, kalbi ve beyniyle düşünür ve bir koordinasyon kurar. Basitçe, düşünme faaliyetinin sonucunda ortaya çıkan hasıla düşüncedir. İnsan bazen yanlış, bazen doğru düşünebilir veya bazen isabet eder, bazen de edemeyebilir ya da bazen bir parçayı kavrar, bazen bütünü kavrayabilir. Buradan çıkacak sonuç şudur: İnsana ait düşünce her zaman mükemmel değildir.
Bir başka husus, “bilgi ile düşünce” arasında var olan ilişkidir. Bilgi düşüncenin konusudur, dolayısıyla düşüncenin olabilmesi için elimizde bir bilgi veya veri olması gerekir. Elimizde bir malzeme olmalı ki, üzerinde düşünebilelim. Hiç kuşkusuz gözümüzü kapatıp düşündüğümüz zaman ortaya çıkan da bir düşüncedir; bu spekülatif karakterde düşüncedir. Maddi evren veya mekan üzerinde düşüneceksek, orada objelerin nitelikleri, durumları devreye girer. Objeler, bizim düşüncemizin hem ham maddesini hem de konusunu teşkil ederler. Kur’an’ın “ayetler (ayat)” diye nazarımıza verdiği objelerin, şeylerin tümü birer bilgi ve düşünce konusudur. Bilgi (ilm) eğer objelerin, şeylerin mahiyetleri ve nitelikleri konusunda belli bir fikir ve kanaat sahibi olmak ise, varlık aleminde (alem)deki her şey (alametlerin tümü) bilgi ve düşüncenin konusudur. “Alem”deki “alametler”in “ilm”i bizi Marifetullaha götürür. Bu manada alemle (Marifetulhalk) birlikte bizim nefsimiz ayni zati varlığımız (Marifetünnefs) de Marefitullah’a götürür.
Bizler üç bilgi türüyle “öğretilmiş (isimlerin bilgisi), indirilmiş (vahy bilgisi) ve öğrenilmiş (hikmet-irfan veya kültürel) bilgi donatılmış bulunuyoruz. İsimlerin bilgisini bugün bilim adamları genlerle ifade ediyorlar. Milyarca hücre ve her hücrede de 3,5 milyar gen bulunduğunu düşünelim. Bunlar bilgi edinmemizi sağlıyor. Bilgi, genlerimizde kodlanmış vaziyettedir; şifreler çözüldükçe, hangi genin hangi bilgiyi edinmemiz gerektiği konusunda bize fikir veriyor. Aynı zamanda olaylar karşısında hangi refleksleri verdiğimiz noktasında da bilgileniyoruz. Mesela bir geni iptal edildiğinde, insanın bir yönü felç olur. Renkleri ayırma geni iptal edildiğinde artık renkleri birbirinden ayırt edemez hale gelir. Yaratılışında Allah’ın Adem’e isimleri öğretmesi, onu hem Kendi Zat’ı ve hem isimlerinin tezahürü olan varlık alemi konusunda bilgi sahibi kılmasını sağlamıştır. Bu donanım başka bir türde mevcut değildir. Dahası, yüce Allah, Adem’e nesne ve olaylara “isim koyma” yetisini de verdi ki, bu bilgi ve düşüncesinin sabitlenmeden sürekli gelişip zenginleşmesine imkan sağladı. “Esmaü’l hüsna” dediğimiz isimler –ki 99’la sınırlandırılamaz, sonsuz sayıdadırlar- bizde kodlanmıştır; bunlarla hem Allah’ı tanırız hem varlığı. Bize isimler öğretilmeseydi, bilgi sahibi olamazdık, düşünemezdik de. Varlık, Allah’ın isimlerinin bir tezahürüdür. Alametlerin mecmuası olan alem isimler sayısınca elementlere ayrılmış bulunuyor. Allah’ın isimleri varlıkta tecelli eder; varlığı öğrendiğimiz zaman, Allah’ın isimlerini; Allah’ın isimlerini doğru öğrendiğimiz zaman da varlığı öğrenmiş oluyoruz.
Bu bize, Ma’rifetullah olmadan varlık hakkında doğru bilgi sahibi olunamayacağını, hangi yetkinlikte yapılırsa yapılsın, Allah’ı referans almayan bilimsel araştırmaların eksik olacağını göstermektedir.
Allah, Adem’i dünyaya gönderdiğinde, Adem, kendini bir objeler dünyasında buluverdi. Adem, toprağın toprak, ağacın ağaç, göğün gök, ateşin yakıcı ve suyun faydalı olduğunu biliyordu; kendisi bu bilgiyle donatılmış bir halde gelmişti. Bu önemlidir. Aynı zamanda bu Yunan felsefesiyle İslam düşüncesi arasındaki ayırıcı noktaya işaret eder. Bugünkü problemlerimizin kaynağında yatan sorunlardan birinin bu olduğu söylenebilir.
Aydınlanma, bize varlıkla bilgilerin tamamını sıfırdan başlayarak elde ettiğimizi, bu konuda akıldan ve gözlem ile deneyden başka araçlarımız olmadığını telkin eder, düşünceyi de bu temel varsayım üzerine kurar. Varsayım temelden yanlıştır, çünkü hem varlığın bilgisine sahibiz hem bilgilerimiz tarih boyunca nübüvvetin gerçekleştirdiği sıçramalarla tashih edilmiştir. Varlığın sahih bilgisi olmadan, işe yarar bir düşünce olamaz. Bizi olgunlaştıran ve erginleştiren bir düşünceye sahip değilsek, bu bizim zihin tembelliğimizin sonucudur.