Son günlerde memlekette yaşananlar ve daha önceden de tekrar tekrar yaşanarak usanç veren olaylar, zihnimde bir film şeridi gibi akınca, kendimi, sanki bir Hint filmi karşısında oturmuş gibi hissetim.

 

Memlekete uzaktan bakınca, son iki asırlık toplumsal dönüşüm sancılarımızı önümüze koyup temâşa edince; nasıl başarıyorlar, bilemiyorum, ama, her şeyin içine sığdırıldığı bir Hint filmi teması aklıma hücum etti.

 

Hint filmlerini bilenler bilir, nerdeyse yok yoktur; drama vardır, komedi vardır, aşk vardır, trajedi vardır, müzikal vardır, tabiî en çok da trajikomedi vardır...

 

Memleketin yaşadığı senaryoyu sanki Bollywood’un usta senaristlerinden birisi kaleme almış, trajikomedinin adını da Türkiye koymuş..

 

Haksız mıyım? Memleketin manzarasına bir baksanıza!

 

Batılılaşmak uğruna şizofreniyi göze almış kaç ülke vardır? Harf devrimi yaptık, bir gecede câhil kaldık. Kıyafet devrimi yaptık, sancısını hâlâ yaşıyoruz. Medeni hukuka varana dek Batılı ülkelerden parça parça kanunlar devşirdik, hukuku gulyabanîye çevirdik. Yetmedi, askerî cuntalar, o hukuk sistemiyle de istedikleri gibi oynadılar.

 

Geçmişi, yani bizi biz yapan ne kadar değer varsa, dünü bize hatırlatan hangi sembol karşımıza çıkarsa, “irtica” damgasını vurduk, toplumsal hayattan ve zihin dünyamızdan silmeye kalktık. Hâfızamızı yitirirsek daha kolay batılılaşacağımızı sandık.

 

Osmanlı’nın son döneminde, en çok “muasır medeniyet seviyesine” nasıl çıkacağımız tartışması yapıldı. İki görüş çarpışıyordu. Bir tarafta; medeniyet birikimimizi yitirmeden, dinî ve ahlâkî değerlerimize sahip çıkarak Batı tecrübesinden farklı bir modernleşme tecrübesi yaşayabileceğimizi savunanlar vardı.

 

Böylece, kimlik krizi yaşamadan, toplumsal travmalara gerek kalmadan sorun çözülebilecekti. Geri kalışımızın dermanı, Batı’da üretilen bilimin, değerler süzgecinden geçirilerek, bir noktada İslâmlaştırılarak kendi dünyamızda içselleştirilebileceğini öngörüyordu.

 

Diğer tarafta ise; muasır medeniyet seviyesine çıkmak için bizi biz yapan her türlü değerden kurtulmamız gerektiğini savunanlar vardı. Onlara göre, geri kalışımızın yegâne sebebi bu değerlerdi. Öyleyse bu değerlerden ivedilikle kurtulmalıydı.

 

Modern bilim, Batılı dünya görüşü paradigması çerçevesinde üretildiğinden, farklı bir dünya görüşü tecrübesinde tekrar üretilmesi mümkün değildi. O zaman paradigmanın değişmesi kaçınılmazdı. Halk kolay kolay bu değerlerden vazgeçmeyeceğine göre şok süreçlerle, korkutarak ve sindirerek bu başarılabilecekti.

 

Topyekün zihinsel dönüşümü şart gören kesim, iktidarı ele geçirdi, kendi nev’i şahsına münhasır bir tarz geliştirerek karşısına çıkan her sosyal problemi çivi algıladı, elindeki devlet gücünü de bir çekiç. Böylece elindeki çekici reformların meydana getirdiği sosyal problemlerin kafasına hışımla indirdi. Devrimler baş döndürücü hızda yaşandı, yaşatıldı, ve çoğu yerde dayatıldı.

 

Peki, propagandası yapılan, uğruna toplumsal şizofreninin göze alındığı hedefler başarılabildi mi? Tartışılır. Ortada bir kriz var. Krizin varlığını tüm kesimler kabul ettiğine göre hedeflerin tamamen başarılamadığının işaretidir bu.

 

Sebebine gelince, geniş halk kesimleri, ideolojik elite rağmen, derinden derine, yine kendi bildiği değer yargılarıyla devletin dayattığından farklı bir modernlik serüveni arayışına girdi. Bunun adını koymadı, koyamadı bile. Teorik çerçeveyi tartışmak, toplumsal hayatta cereyan eden olguları kavramlar dünyasına aktarmak onların işi değildi.

 

Onlar, sadece dünden miras aldıklarını, inançlarını bilgi ve tecrübe birikimleri doğrultusunda yaşama gayretinde oldular. Sonucun nereye varacağını da tam olarak kestirdiklerini pek sanmıyorum. Gâyeleri, hoş bir sedayı sürdürmek, mâziden gelen âtiler olabilmekti.

 

Hasbîydiler. Devlet seçkinleri onları hep hor gördü, anlamak istemedi, dışladı. Bugün de birileri onu, “karnını kaşıyan adam” diye aşağılamaya kalkıyor. Tabiî, gâfil, hangi gayyâ kuyusunun dibinde kustuğunun farkında bile değil. Fildişi kulesinden ahkam kesmeyi, toplumu aşağılamayı marifet bellemiş.  

 

Jakoben toplum mühendisliğinin ürünü olan katı reform uygulamaları, aslında devinimi sert olan suyun üst tabakasındaki akıntıyı oluşturuyordu. Suyun alt kısmındaki dip akıntı ise, yukarıdaki delişmenliğin aksine, sâkin, vakur ve mahiyetinin bilincinde bir katman oldu hep. Alttaki su yukarıdaki suyu taşıdığının farkındadır elbet. Kendisi olmasa onun bir hiç olduğunun da bilincindedir. Ve yine o, sırtında taşıdığı sudan şuur olarak farklı olduğunun da idrakindedir.

 

Belki iki kesim de hep aynı kavramları kullandı, aynı hedeflere vurgu yaptı, “muasır medeniyet” söylemini dilinden düşürmedi. Lâkin, şüphe yok ki, maksutta özde farklılık hep vardı. Trajikomedi de, bunu kabullenmek istemeyen megaloman laikcilerin ürünü.

 

Memleketin makûs talihi, modernliğin bir tek çizgide yaşanılacağına iman etmiş jakobenlerin bu halkın yakasından düşmesiyle rayına oturacaktır.