Yaşadığım şehir Bordeaux olduğu için, yazılarımda hep Türkiye'nin binlerce kilometre uzaktan nasıl algılandığını işliyorum.
Dünyaya Bordeaux merkezli bakmak gibi bir perspektif bu. Ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır. Etnosantrik, yani kendi-merkezci olduğu kesin. Objektif değil. Olması da beklenemez zaten. Nasıl ki dünyaya Ankara merkezli bakmak her zaman objektif değilse, bu da öyle bir şey. Dört-beş haftalık yaz tatilimi geçirmek için geldiğim Türkiye'de, madalyonun öbür yüzünü görmek bu açıdan oldukça yararlı oluyor benim için. Bilhassa, gündemdeki konuları televizyon kanallarında izleyip, gazetelerde okuduğumda "Türkiye'ye Türkiye'den nasıl bakılabilir?" sorusunu sorma fırsatı doğuyor. Soruya soru ile cevap vermek kötü bir alışkanlık ama galiba bu soruya en iyi cevap "Hangi Türkiye?" Zira Türkiye yekpare değil. Türkiye konusunda büyük genellemeler yapan Batılı yazarların görmesi gereken bir gerçek bu. O nedenle izninizle Türkiye üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum.
"Türkiye birbirine hiç benzemeyen en az iki resmi çekilebilen bir ülke. Bir yandan bakıldığında çok belirgin bir biçimde gelişen, büyüyen, farklılaşan, profilini yükselten bir Türkiye var. Ama öte yandan bakıldığında varlık nedeni konusunda ulusal mutabakatını kaybetmiş, bölünmeleri gittikçe derinleşen, sistemin farklı öğelerini bir arada tutacak kurumları birbiriyle kavgalı, en önemli sorunlarını çözemeyen bir Türkiye...
Sosyolojik olarak ve siyaseten bölünmede de iki kamp arasında Türkiye. Bir tarafta AK Parti var. Bu partinin yaklaşık sekiz yıldır temsil ettiği "değişimci ve nispeten daha demokratik" bir zihniyete sahip. Evet, Türkiye standartlarında diğer siyasi partilere oranla daha demokratik, daha AB yanlısı, daha dindar, oldukça kapitalist, oldukça milliyetçi, ama genel olarak "değişimden ve halktan yana" olan bir iktidar partisi AK Parti.
AK Parti iktidarda ama Türkiye'de iktidar olmak "devlet" olmak anlamına gelmiyor. Zira devleti temsil eden ve simgeleyen zihniyet demokratik değil. Türkiye'deki siyasi rejim hiçbir zaman tam olarak halk ile barışık olmadı. Devletçi seçkinler ve halk arasında kültürel, sosyal, ekonomik açılardan hep ciddi bir mesafe oldu. Bu, aslında Türkiye'de merkez ile çevre arasında, yani laik devlet ile dindar toplum arasında bir kan uyuşmazlığı olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle Türkiye'deki vesayet rejimi hep dindar toplumdan korkmuş. Toplum da aynı şekilde devletten korkar hale gelmiş. Devlet, topluma hizmet edemeyip, toplum devlete hizmet ediyor duruma gelinmişti. Aynı şekilde toplum, devleti denetlemeyip, devlet toplumu denetliyordu. Devletin yaptıklarını sınırlayacak hukuksal bir alan yoktu, hukuk halkın yaptıklarını hatta düşündüklerini sınırlamak için kullanılıyordu. Devletle halk arasındaki bu "çarpık" ilişki sorgulanmaya kalkışıldığında "silah" devreye giriyor ve sorgulayan cezalandırılıyordu.
ESKİYE AİT NE VARSA ÇATIRDIYOR!
Dünyanın ve çağın zorlamasıyla bu dengeler yavaş yavaş değişiyor. Türkiye'de son 25 yıllık ekonomik, kültürel ve turistik sıçramasıyla birlikte göz ardı edilemeyecek yeni bir burjuvazi doğuyor, iktidarla arasında organik bir bağ gelişiyor ve değişiyor Türkiye. Ekonomisi değişiyor, sınıfsal yapısı değişiyor, ulaşımı değişiyor, iletişimi değişiyor, medyası değişiyor. Büyüyor, çeşitleniyor, çoğalıyor. İçinde bulunduğu "kalın ve sert" kabuğa artık sığmıyor. Ahmet Altan'ın değindiği gibi, olgun bir nar gibi çatlıyor Türkiye. Evet, eskiye ait ne varsa, ordu, yargı, devlet zengini burjuvazi, devlet yandaşı siyaset, merkez medya, çatırdıyor. Siyasette de sağlıklı bir çatışma yaşanıyor.
Son referandum kampanyası sırasında da tanık olduğumuz gibi, Türkiye'de hâlâ birbirlerini çok ağır sözlerle suçlayan "taraf"lar var. Bir tarafta bu anayasa değişikliğinin AKP'ye yarayacağı korkusuyla 'hayır' diyecek olanlarla vesayet düzeninin devam etmesini isteyenlerin koalisyonu var. Diğer tarafta ise AKP'li olduğu için paketi destekleyenlerle, bu anayasa değişikliğinin demokratikleşme yönünde olduğu tespitini yapanların bir arada olduğunu görüyoruz. İlginç olan, 'evet' diyeceklerin kültürel zeminden beslenen klasik ayrımları kırması. Çünkü bu grupta Türklerle Kürtler, dindar olmayanlarla dindarlar aynı konumda buluşmuş durumdalar. Onları birleştiren ise daha fazla özgürlük arayışı... Çünkü hem dindarlar hem de diğerleri daha demokratik bir yönetim biçimi altında daha özgür olacakları beklentisine sahipler.
Öte yandan Türkiye gibi kültürel kimlik etrafında sıkı bir biçimde cemaatleşmiş olan ülkelerde, bu tür referandumlar toplumu çatışmacı bir yapıya sürükleyebiliyor. Şu anda asıl çatışma belli alanlarda yoğunlaşmış durumda. Gerilimin, özellikle, Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) toplantılarında ve referanduma sunulan anayasa değişikliğinin üç maddesinde yoğunlaştığını görmekteyiz... YAŞ tartışmasının nedeni belli: Asker, özerk yapısını, siyasete müdahale yeteneğini ve imkânlarını sürdürmek istiyor. Siyasetin karar verici olmasını kabullenemiyor, siyaset üzerindeki egemenliğini koruma niyetini açıkça ifade ediyor. Askerin siyaset içindeki gücünden yararlanan kesimler de "askerî geleneklere dokunmayın" diyerek pozisyonlarını alıyorlar.
Diğer taraftan Kürt sorununun şiddetten arındırılması, yeni Türkiye'nin temel sorunlarından birisini oluşturmayı sürdürüyor. Böylesine hızlı büyüyen ve gelişen bir ülkenin nüfusunun çok büyük bir dilimini oluşturan bir etnik grubun en temel kimlik haklarının hâlâ inkâr ediliyor olmasının mantıksal bir açıklamasını bulmak kolay değil.
Bu tablo millet olmak uğruna toplum olamamış, devleti güçlü tutarken cemaatçiliğe yapışmış bu ülkede, sessiz bir devrimin işaretlerini taşıyor. Gerginlik bireysel veya örgütsel kararlarla ortadan kaldırılamayacak kadar günümüz gerçeğinin merkezinde ve özünde yer alıyor. Büyüyen Türkiye'de gerginlik, eskinin yerini yeni alıncaya kadar inişli çıkışlı şekilde devam edecek. Bu durum, bir yönden bakıldığında, sağlıklı olarak bile tanımlanabilir.
Eski cumhuriyetin adamları bütün bu değişimleri kriz sanıyor. Gerçeğine bakacak olursak bu kriz değil, Türk demokrasisinde çok uzun yıllardan beri beklenen bir normalleşmedir.
Öyle uzun süre "anormal" bir yapıyla yaşadık, "normalleşme" bize kriz gibi gözüküyor. Hiç kimsenin kaygılanmasına gerek yok, "kriz" geçirmiyoruz, "tersinden" kurulmuş cumhuriyeti "ayaklarının" üstüne oturtmaya çalışıyoruz.
Halkın "nasıl" olması gerektiğine devletin karar verdiği bir ülkede, şimdi "devletin" nasıl olması gerektiğine halkın karar vereceği bir döneme giriyoruz.
Kanak: Zaman