Türkiye hızla normalleşiyor. Geçtiğimiz hafta gazeteler "Cumhuriyet tarihinde eşi olmayan operasyon" başlıkları ile çıkmıştı..
CHP lideri, 'Bu kadar büyük ve çarpıcı bir operasyon bildiğim kadarıyla hiçbir demokratik ülkede olmamıştır' diye medyaya bildiriyor. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı, partisinin internet sitesinden yaptığı açıklamada, "Bu tehlikeli süreç ne pahasına olursa olsun durdurulmalı" diyor. Doğaldır, bizler için normalleşmek şaşırtıcı ve çok yeni bir gelişme. Toplumsal sağlıklarını "hukuksal denetim" aracılığıyla diri tutan ülkelerde askerlerin de tutuklanması ve yargılanması kimsenin dönüp bakmadığı sıradan bir olay iken, bizde tanrısal bir mucize haline dönüşüyor. Ancak bundan Türkiye ve tüm kurumlar kazançlı çıkacak. Bir önceki yazımda değindiğim gibi, bu son yaşamakta olduğumuz olaylar, bizim fırtınalı uzun bir yolculuktan sonra, ambarında hortlaklar saklayan geminin, karaya yaklaştığını haber veren bir nevi deniz kuşları, parlak ve göz kamaştırıcı sinyalleridir.
Tuhaf bir seksen altı yıl geçirdik. Geçmişi inkâr ettik, geleceği inkâr ettik, hatta "an"ı bile inkâr ettik. Geçmişe döndüğümüzde Osmanlı'yı ne yapacağımızı bilemedik, içinden çıktığımız imparatorluğa düşman mı yoksa dost mu olacağımızı kestiremedik, tamamen İttihatçıların bakış açısından bir tarih uydurduk. Cumhuriyet'imiz 1950'ye kadar "tek adam" ve "tek parti" sistemiyle yönetildi. Halkı da kalın çizgili dar bir çerçevenin içine hapsedip onu şekillendirmeye uğraştı. Geleceğimizi de korkularımızla çıkmaza sürdük. Öylesine korkulardan oluşan bir eğitim sistemi oluşturduk ki, çocuklarımızı yeryüzünde Türklerden başka "değerli ve güçlü" kimsenin yaşamadığına inandırdık. Felsefeyi, sosyolojiyi, gerçek hukuku çocuklarımızdan esirgeyerek onların hayatı, dünyayı, gelişmeleri anlamalarını neredeyse imkânsızlaştırdık. "An"ı da kendi gerçekliğinden koparttılar. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana devlet kadroları tarafından o kadar çok cinayet işlendi, o kadar çok yolsuzluk yapıldı ki gerçekleri kabul edip açıklamak suçu kabul etmek anlamına gelecekti devleti yönetenler için. Asker-sivil bürokrat kesim dışındaki insanlarımız, TC'nin sahibi sayılmadı. Dar bir kesime dayalı yasaklarla çemberlenmiş bir cumhuriyet oluşturuldu. Silah zoruyla kabul ettirilen bir anayasanın girişine bu ülkenin "silahlı sahipleri" tarafından yazılan bir maddenin niye orada olduğunu sormak aklımıza bile gelmedi. Üç askerî darbeye, değişik askerî müdahalelere, askerî bildirilere muhatap olduk. Her askerî müdahalenin ordunun siyaset ve toplum üzerindeki hâkim rolünü daha da güçlendirdiğini gördük. Siyaset, tam anlamıyla askerin gölgesinde yapılır hale geldi. Bu durum, askeri her alanda etkin ve yetkin bir güç durumuna getirdi. Cumhuriyeti oluşturan asker ve sivil bürokrasi, demokratik bir devlet oluşumunu da engelledi.
Demokratik ülkelerde halkın oyuyla iktidara gelen partiler, devlete, temel hak ve özgürlüklere azami saygıyı göstererek, halkın isteği doğrultusunda yön verir. Basitleştirerek söylersek, devlet halkın kendine hizmet etmesi için oluşturduğu bir araba, iktidar da oylarıyla tayin ettiği şofördür. Her genel seçim ertesinde şoför yeniden belirlenir, halkın oyları istikametinde de arabayı yönlendirir. Bizde böyle olmuyor... TSK ve yargı kurumları bir türlü AK Parti hükümetini içlerine sindiremediler. Hatta bu partinin hükümet kurmuş olduğuna inanmak bile istemediler. Gerçekleri görmeyip kendi illüzyonlarında yaşamayı tercih ediyorlar, yollara barikatlar kuruyorlar. Halkın büyük bir çoğunlukla oyunu almış araba şoförü, karşı bürokrasiye baş kaldırıyor ve onları dinlemiyor. Böylece, halk oyuyla iktidar olanlar ile kendini devletin sahibi sananlar arasındaki gerginlik tırmanıyor. Türkiye'nin sahibi olduğunu düşünen bürokratik oligarşi sahipliğinden vazgeçmek istemiyor.
Askerî darbe ve müdahalelerle, bir ülkenin milyonlarca insanının zihnini çarpıtılmış bir eğitim sistemiyle esir alabilir, doğuştan sahip oldukları ırkî ve dinî her türlü bilgiden, birikimden, araştırmadan, entelektüel yaratıcılıktan men edip bir korku ve yasaklar cenderesine soktuğunuz toplumu, mafyayla ortak çalışan savcı ve yargıçlarla yolsuzluklarla soyabilirsiniz ama bütün bir dünyaya, hayatın gerçeklerine hükmedemezsiniz.
Sonunda gerçekler, su yüzüne vuran cesetler gibi ayaklarına taş bağlanarak atıldıkları yalan denizlerinin yüzüne vuruyor. İnkâr ettiğimiz ne varsa hayat şimdi yüzümüze çarpıyor. Komutanlar gözaltına alınmaya devam ediliyor. Ortaya çıkan bilgi ve belgeler çok korkutucu. "Hükümeti devirmeye teşebbüs ve bu amaçla örgüt kurmak" sorgulaması yapılıyor. Sorgusu bitenler de mahkemeye sevk ediliyor. Yargı süreci kendi rutininde ilerliyor...
Rütbesine bakmaksızın, medya kanalı ile izleyebildiğimiz bu tutuklamalar bizi üzer. Lâkin, câmileri bombalatıp binlerce kişinin ölmesine ve yaralanmasına yol açacak insanlık dışı bir darbe planlamasında rolü bulunduğu iddia edilen kişilerin bunun hesabını vermeleri şarttır. Bu toplum, varlığını sürdürebilmesi için gerçekleriyle yüzleşmek, inkâr ettiklerini bir daha gözden geçirip kabul etmek zorunda. Hukuk, rütbeye değil suça bakar... Darbelerle, yalanlarla insanların hayatlarını yok edebiliyorsunuz ama insanların hayatlarını daha iyi bir düzeye çıkartamıyorsunuz.
Evet, gerçeklerle nihayet karşılaşma zamanı geldi. Korku ve yalanlarla çarpılmış zihinlerimiz gerçekleri kabul ederken çok sancıyacak. Sancıyor da zaten... Umarız Türkiye, giderek askerî vesayeti aşabilecek olgunluğu gösterir, demokrasi gerçek temellerine oturacak yolda ilerler. Şurası açık ki, atılan tüm adımlar Türk yasalarıyla uyumlu ve şeffaf olmalı.
Bunu hatırlatıp altını çizmekte fayda var: "Bu ülke nereye gidiyor?" sorusunun cevabını verecek olanlar bu ülkenin halkıdır, yani biziz. Hiçbir güç, hiçbir komplo ve hiçbir silah halkın gücünü alt edemez. Bilindiği gibi, modern devlet "yasama, yürütme ve yargı"dan oluşur. Güçler ayrılığı birey karşısında inanılmaz bir güce sahip olan devlet örgütlenmesinin hem aşırı gücünü törpüler, hem de kendi kendini denetlemesini sağlar. Bu, öğretim üyesi olduğum Bordeaux Üniversitesi'nin adını taşımakta olan Montesquieu'den beri böyledir. Türkiye ise kuvvetler ayrılığı ilkesi ile en az ilgilenen ülkelerden biri.
Türkiye'miz çalkantılı bir dönemden geçiyor. Endişeye kapılmanın anlamı yok. Hayat başlamadan önce evrende büyük bir kaos vardı, derler. Hayat bir kaostan doğmuştur söylediklerine göre. Düzene kıyasla karmaşanın daha doğurgan ve bereketli olduğuna inanmamızı sağlayacak bir görüş bu. Tarihe baktığımızda da büyük değişimlerin, büyük dönüşümlerin büyük karmaşaların peşinden geldiğini görürüz. (Yunanistan da, İspanya da, Portekiz de AB'ye katılmadan önce benzeri sorunları yaşadı.) Karışıklığın ümit verici bir yanı vardır. Düzenin ise huzur verici bir yanı. Bugün biz Avrupa'ya üye olmaya çalışırken sanırım bir düzenle bir kaosun birleşmesini arzuluyoruz. Çok uzak olmayan bir zamanda onlarla birleşeceğiz. "Biz" ve "onlar" ayrımı bitecek. O kaynaşmaya onlar çok önemli şeyler katacak. Ama canlılığı ve rengi verecek olan biziz. Çünkü onların hayatı çoktan doğdu, biçimlendi ve yaşlandı. Yeni bir hayatı ise bizim kaosumuzdan doğurma ihtimalimiz çok yüksek. Onlar huzurlu ve düzenli. Biz huzursuz ve karmaşığız. Ve hayat da aynen sanat gibi huzursuz bir kaostan doğuyor.
Evet bundan hiç şüphemiz olmasın: AB sürecindeki Türkiye bu eski kalıpları da kıracak... Zaten kırıyor da... Zira, ülkemizin "insan odaklı" demokrat bir yönetim tarzına geçme zorunluluğu var... Artık bu varılan noktadan geriye dönülmesi mümkün değil... Tam bir yol ayrımındayız... Bu virajı alırsak, arkası daha kolay gelecek... Bir mevsimden başka bir mevsime geçiyoruz, yakında bahar geliyor...
Prof. Dr. Garip TURUNÇ - Bordeaux IV Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: Zaman