Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında, “CHP’nin, sosyal demokrasinin evrensel değer ve kurallarını benimseyen, bu ilkeleri yaşama geçirmeyi amaçlayan bir sosyal demokrat parti olduğu” belirtiliyor. Ne var ki, kendine “sosyal-demokrat” diyen ama gelir dağılımının bozulduğu, pahalılığın had safhaya vardığı, sosyal güvence mekanizmasının işlemediği bir ortamda girdiği her seçimi yitiren, gittikçe eriyen bir partiye dönüşüyor. Gerçek sol partilerin hızla büyüyeceği bir ortamdaki bu erozyonun nedeni, partinin gerçekte “sosyal demokrat” olmamasından kaynaklanıyor. Klasik sosyal demokrat görüşleri de bilmeyince, partinin evrensel sosyal demokrat ilkelerden ne kadar uzak olduğunu saptamak güçleşiyor.

İsmail Cem “Sol’daki Arayış” başlıklı kitabında, CHP’nin ideolojisini şöyle somutlaştırır: “Kökleri Meşrutiyet dönemine, İttihat ve Terakki’ye, Tek Parti iktidarına kadar uzanan bu anlayışa göre, kitleler ancak iyi niyetli kurtarıcılar tarafından yüceltilebilir; kendi başlarına bırakılmaları onları ya din devleti kurmaya ya da sürekli aldatılmaya götürür. Zaten demokrasi gelince halk daha kolay aldatılmış ve doğruyu göremediğinden CHP iktidar olamamıştır.”

CHP’nin eski Genel Başkanı Bülent Ecevit de aynı düşüncededir. 10 Kasım 1969 tarihinde, partisinin resmi yayın organı olan Ulus Gazetesi’nde 1923-1950 arasındaki “iktidar dönemini” değerlendirdiği yazısında şunları söyler: “Devrimcilik, biçimsel bir devrimcilik; halkçılık halka tepeden bakan bir halk patronluğu olmaktan öteye gidememiştir. (...) Ekonomik ve toplumsal altyapı gereğince ve yeterince değiştirilememiştir. Bu yapıda, geniş halk kitlelerinin yararına köklü değişimler gerçekleştirilememiştir. Kadro, kendini halkın dışında ve üzerinde gören aydın bürokratlarla, bunların çoğu zaman ve çoğu yerde özdeşleştikleri mahalli eşraftan kurulmuştu.”

Evrimci uzlaşma

CHP’lilik her zaman Cumhuriyeti, onun kurucusunu ve o kurucunun ima ettiği kimliği temsil etmiş, İttihat ve Terakki anlayışına sahip çıkmıştır. Günümüzde de “Balyozculuk”tan da, darbecilikten de vazgeçmeye niyeti olmadığını, daha çok bariz bir biçimde bir tür ‘laik duyarlılık cemaatine’ dönmüş olduğunu görüyoruz. Yeryüzünde sosyal demokrasi, “emek-sermaye” çelişkisi üzerinde gelişirken, Türkiye’de “Tek Parti diktatoryasının” mirasına sahip çıkan CHP, kendisini “sosyal demokrat” olduğunu iddia ediyorsa da, hâlâ eski fobilerinin peşinde, “laiklik-şeriat” ikileminde dolaşıyor.

Oysa sosyal demokrasi, “ilerici askeri yönetimler”, “halka rağmen halkçı, yarı totaliter” gibi tanımlarla tanımlanamayacak, çok ayrı bir kökten gelmektedir. Kuramsal temellerini atan ise Bernstein ve  Kautsky’dir.

Eduard Bernstein, sosyal demokrasinin doğumuna önderlik eden, parlamenter sisteme sahip çıkarak, reformcu dönüşümleri savunarak, emek ağırlıklı kesimlerin gelir dağılımındaki payını arttırabileceğini iddia etmiştir. Felsefi olarak, Marksizm’den çok önemli bazı noktalarda ayrılmıştır. Örneğin, diyalektik bir zıtlaşmanın yerine “evrimci bir uzlaşma”yı koymuştur. Burjuvaziyi, proletaryanın sürekli ve vazgeçilmez bir düşmanı ilan etmek yerine, bu adların benzer noktalarda ittifak yapabileceğini söylemiştir. Sanayileşmedeki dönüşümün daha ileri noktalarında “burjuvazinin radikal kanadı” ile işbirliğine gidilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bunun nedeni, Bernstein’in o dönemde çalışan sınıfların ekonomik olarak yoksullaşmadığını, tam tersine refahtan pay aldıklarını tespit etmesidir.

Kautsky ise, Lenin’in proletarya diktatörlüğü kurma anlayışını reddetmiş, burjuvazi ile uzlaşarak toplumu dönüştürme projesinin en çok “demokrasi” boyutu ile ilgilenmiştir. Sosyal demokrat anlayışın istediği “demokrasi” tanımını yapmaya uğraşmıştır. Klasik burjuva demokrasisi içinde işçi sınıfının nasıl gelişeceğini araştırmıştır. Karşıtlarını yok etmeden, şiddete başvurmadan, gelişip olgunlaştıkça işçilerin de demokratik kurallar içinde “iktidar” olabileceğini öngörmüştür. Liberal demokrasi ile “sosyal demokrat demokrasi” arasındaki farklılıkları yakalamaya yönelmiştir. Ve “demokrasiyi”, sosyal demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu olarak kabul etmiştir.

‘Bürokratik dikta’

Lenin’in, işçi sınıfının diktatörlüğünü istemeyen Karl Kautsky’yi döneklikle suçladığı gibi, hâlâ siyasetin milletin sesine tercüman olma işi olduğunu kavrayamayan CHP’liler de, sosyal demokrasinin kuramcısı ve kurucusuna “dönek Kautsky” diyorlar. Devlete hakim olan bir avuç bürokratla işbirliği yapıyor, halkın iktidarının yanında değil, ‘yüksek bürokrasinin iktidarının’ yanında duruyor ve düpedüz ‘bürokratik dikta’yı savunuyorlar. Referanduma ‘hayır’ deyip, bürokratik hegemonyanın, anayasa değişikliği yapılarak kırılmasına karşı çıkıyorlar. Bireysel özgürlükler, Kürt sorunu, Avrupa Birliği, işsizlik-yoksulluk gibi konularda AK Parti iktidarına inandırıcı bir meydan okumayı başaracak bir muhalefete dönüşemiyorlar. Milli Savunma ve İçişleri Bakanlarının Balyoz davasından yargılanan 3 generali açığa almasını da “sivil darbe” diye değerlendirip “darbeci generalleri” destekliyor, sivil iktidarı suçluyorlar.

Bilinen şey Türkiye’de hiçbir zaman gerçek bir sosyal demokrat parti kurulamadığıdır. Hiçbiri klasik bir sosyal demokrat parti niteliklerine sahip olamadı. Çünkü toplumsal yapımızın gerçek bir sosyal demokrasi yaratma gücü yok. Bernstein’nin,  Kautsky’nin düşüncelerini olgunlaştıran süreçler burada yaşanmayınca bizdeki toplumsal yapının kendi garip ve dünyadan kopuk dilini çözmek de zorlaşmakta. Çünkü çatışmanın tarafları kendini yanlış tanımlıyor. Bizde burjuvazinin yerini tutmaya çalışanlar kendilerini garip bir şekilde “solcu” diye tanımlarken, emeğiyle yarım yamalak geçinmeye çalışan ve emekten yana olması gerekenler de İslamcı ya da muhafazakâr. Bir tarafta kendini solda gören, gelir seviyesi orta ve ortanın üzerinde, iyi eğitim almış, kendini laik diye tanımlayan bir grup var. Öte tarafta ise gelir seviyesi daha düşük, kırsal kökenli, kendini İslamcı veya sağcı olarak tanımlayan bir diğer grup.

Ne güçlü lider ne kadro var

Türkiye siyasetinde de benzeri dual’lık hâkim. AK Parti’nin kurmayları ve tabanı, Alevi meselesi, Kürt meselesi, liberal ekonomi, AB ve laiklik açılımlarını çok rahat yapabilecek fikri esnekliğe sahip olabilirken, CHP tabanı, 2010 yılı için çok anakronik ve aşırı olabilen bir ideolojiye bağlılığını sürdürmekte. Böylece, ülkemiz ilginç bir biçimde kültürel muhafazakârlıkla siyasi reformculuğu birleştiren bir iktidara, buna karşılık kültürel modernliği siyasi muhafazakârlık haline getiren bir muhalefete sahip durumda. Siyasi reformculuk bugün dindarları modernleştirirken, siyasi tutuculuk da laik kesimi neredeyse modern öncesi bir pozitivizme doğru sürüklemekte. AKP’de sadece güçlü bir liderlik değil, aynı zamanda alttan gelen sağlam bir kadro olduğu da görülürken, CHP’de ne güçlü liderlik ne de kadro söz konusu.

Dolayısıyla da bugün Türkiye’de sadece bir ‘muhalefet boşluğu’ değil, kurucu ideolojinin içinin boşalma süreci de yaşanmakta ve CHP bu ‘gerilemeyi’ yansıtmaktadır. Bu durum ülkemizde ‘demokrasi açığının’ muhalefetten kaynaklandığını ortaya koyduğu gibi, demokrasi pratiğini yetersiz kılmakta ve artık toplumsal karmaşıklığı anlayacak, kamusal alana çıkmakta zorlanan taleplerin taşıyıcısı olacak bir muhalefete ihtiyaç olduğunu göstermektedir.

Yapılacak ilk iş, hastanın gürbüzleşmesini sağlamak için onu tarihi yalanlarından arındırmak. Artık hayatın gereklerine cevap veremeyen “resmi ideolojinin” yani Kemalizm’in solculukla, ilericilikle, sosyal demokrasiyle ilişkisinin olmadığını iyice görmek gerekiyor. CHP ancak Kemalist ideoloji ile hesaplaşarak, Türkiye tipi bir ‘sosyal demokrat’ partiye dönüşebilir.

CHP’nin bu hesaplaşmayı önümüzdeki günlerde (18 Aralık’ta) yapacağı kurultayda gerçekleştirmesi, ‘Devrimci’ bir yol izleyerek çekirdek Kemalistleri tasfiye etmesi, Kemalizm’i sosyal demokrasi ile başarılı bir şekilde harmanlaşması olarak karşımıza çıkıyor.

Prof. Dr. Garip Turunç; Bordeaux IV Üniversitesi Öğretim Üyesi
[email protected]

Kaynak: Star