Fransız Devrimi'nin liderlerinden Saint Just'ın, "Devrim silahların değil, yasaların patlamasıdır." diye bir sözü vardır. 

Ne yazık ki, hukukun kalelerinden biri olması gereken Anayasa Mahkemesi de açıkça hukuku patlatmaya hazırlanarak sadece Türkiye'ye değil, bu ülkede yaşayan insanlara da düşmanlık edeceğinin işaretini veriyor.

Anayasa Mahkemesi'nin görevleri ve yetkileri bellidir. Bu mahkeme, Parlamento'nun kararlarını ancak ve ancak "usul" açısından inceleyip değerlendirebilir, asla ve asla "içerik" açısından sorgulayıp yargılayamaz. Meclis'in yetkilerini gasp edemez. Milli iradeyi tümden yok sayamaz. Hukuk ve demokrasi, halk iradesinin üzerinde bir irade kabul etmez çünkü.

Yargıçların bilmediği şu: Yetmiş iki milyon, 11 kişi ilânihaye esir olamaz. Aldırmazca, fütursuzca, pervasızca bu koca toplumu bir cendereye hapsedemez. Bunu cübbelerine ve arkalarındaki duvara yansıyan daha iri gölgelere güvenerek yapamazlar. Aksi takdirde, bu açıkça bir suçtur (tıpkı o "İsrail kabinesindeki yedi budalanın" kanlı akılsızlığında işlenen "suç" gibi). Anayasa Mahkemesi'nin daha önce bu suçu işlemiş olması, bugünkü yaklaşımını suç olmaktan çıkaramaz.

Bu ülkenin gelişmesini, demokratikleşmesini, özgürleşmesini istemeyen, kendilerini toplumun "başöğretmenleri" sayanlar yargılayacak. "Siz bizi yargılayamazsınız", "Biz sizi yargılarız" diyecekler. Yani, bu ülkede "hukuk" isteyenler yargılanacak ve hukuku yok edenler yargılayacak. Bunun yaratacağı güvensizliği düşünebiliyor musunuz? Yargıçların yasalara uymadığı yerde kimse yasalara uymaz. Bu toplum, hukuk için direnmek zorunda. Üstüne kapanan bu çelikten kapağın altında nefes almadan yaşamaya tahammül edemez çünkü. Buradan ancak Parlamento'nun, siyasetin, siyasilerin, toplumun çok kararlı hamleleriyle çıkabiliriz. Hukuksuzluğun hesabını hukukçulardan, hukuk adına sormak zorundayız. Hepimiz hukukçu olmalıyız. Hukuku öğrenmeliyiz, her hukuksuzluğu onların yüzlerine vurmalıyız. Kendimizi kendimiz kurtarmalıyız.

Hiç akıllanmıyorlar. İttihatçılar koca imparatorluğu böyle hukuka aldırmayarak parçaladı. Elde kalan son parçayı da bunlar darmadağın etmeye uğraşıyorlar halen. Oynadıkları oyun bitsin artık. Devletin ve toplumun değişimi öyle bir noktaya geldi ki bu "değişimi durdurmak" isteyenlerin, kendilerini ardına saklayabilecekleri "kutsal" bahaneler bulmalarına zaman kalmadı. Herkes, gerçek yüzüyle, fikriyle, kimliğiyle, tarafıyla ortaya çıkıyor.

Balyoz "savaşında" gördüğümüz gibi, "yok canım, o öyle değilmiş" diyerek geçiştirilebilecek gibi değil durum; belgeler, CD'ler, "cami saldırıları" için görevlendirilenlerin kimlikleri, onları görevlendirenlerin emirleri taş gibi ortada duruyor. Bu soruşturmayı hukuki gerekçelerle durdurmak da imkânsız. Zaten, öyle olduğu için "hukukta rastlanması" mümkün olmayan sahneler yaşıyoruz birkaç aydır. Bir yargıç bir günde tek başına on dokuz sanığı, üstelik "suçun vasfı geçebilir" diyerek tahliye ediyor, ardından bir mahkeme heyeti, "o yargıcın yetkisini aştığını" belirterek tahliye edilenlerin tutuklanmasına karar veriyor. Ardından Balyoz'a adı karışanlarla ilgili yeni bir gözaltı süreci başlıyor ve bu sefer başsavcı, "gözaltı emirlerini veren" savcıları görevden alıveriyor. Yerlerine başka savcı atıyor. Böyle bir sahne "yargı sisteminin" bu ülkede iflas ettiğini göstermez mi? Yargı bu "sistemin değiştirilmesini" engellemek için elindeki bütün imkânları kullanmakta ısrar ettiğine göre, anayasanda yapmak gerekiyor bu değişimi.

Referanduma sunulacak bu son anayasa değişikliği teklifinin en önemli yanı, yargıyı "sistem muhafızı" olmaktan çıkarıp adaletin hizmetine verecek olması. Yargı gerçekten çağdaş, adil, hakkaniyetli, vatandaştan yana olursa, devlet sultası, darbe özgürlüğü, cinayet işleme rahatlığı ortadan kalkacak. Onların yerini fikir ve tartışma özgürlüğü alacak. Böylece, Sartre'ın fikir özgürlüğü tarifi belki de ilk kez bizim için gerçekten önem kazanacak. Ünlü Fransız yazarı, "Fikir özgürlüğünün olmaması, fikirlerini söyleyememek değildir, fikir özgürlüğünün olmaması, asıl, insanların o fikirleri düşünememesidir." demişti. Biz tek tük fikirleri söyleyememekten sanırım bazı fikirleri düşünecek bir özgürlüğe hiç sahip olmadığımızı anlayacağımız bir döneme geçiyoruz. Önümüzdeki referandum ile Türkiye'mizde, gerçeklerin perdesini açan, yeni bir geleceğe, yeni bir yarına gebe olacak küçük bir 'devrim'in yaşandığını göreceğiz. Bu, yeni bir sivil anayasa ve yeni yaklaşımlarla, Türkiye'mizin iki yüz yıllık makûs talihini yenmesi, ülkenin tabulardan kurtulması, kabuğunu kırması, dünyaya ve çağa ayak uydurması, muasır medeniyet seviyesini yakalama yürüyüşünü hızlandırması, demokratikleşme, özgürleşme, sivilleşme ve zenginleşme rotasına girmesi demektir.
 

Evet, yıllardır yaşadığımız aşiret 'devlet zihniyetinin' ve 'eski tüfeklerin' (bürokrasi, yargı ve asker) korkularından kurtulup, rejimi değiştirip gerçek bir devlet kurmaya, iç ve dış sorunlarımızı halletmiş, hiç bilmediğimiz evrensel düzeyde özgürlüğe, zenginliğe ve mutluluğa kavuşmuş bir hayat tarzına geçmeye hazırlanıyoruz.
Prof. Dr. Garip TURUNÇ Bordeaux IV Üniversitesi Öğretim Üyesi
 

Kaynak: Zaman