Fransa’da, Türkiye’nin “Kemalist modernleşmeden demokratik modernleşmeye” geçmekte olduğunu; halkını aşağılamadan, inkar etmeden, kendi üslubuyla kavga etmeden dönüştüğünü, kendi halkı için doğal bir hak gördüğü demokrasiyi Türk halkı için fazla gören ve bizlerin laiklikle yetinmesini arzulayan kimi Fransızlara anlatmak zorunda kalacağım aklımın ucundan geçmezdi. Bu yaklaşım sadece Türkiye’yi göz ucuyla izleyenlerde değil, Fransa’yı yönetmiş olanlarda da var.

Geçenlerde, bir Fransız meslektaşımla birlikte, Bordeaux Belediye Reisi eski Başbakan Alain Juppe ile Belediye’nin toplantı salonundayız, üniversite öğrencilerimle ilgili bir projeyi tartışıyoruz. Görü?memizin sonuna doğru, Juppe, Türkiye’de ordunun laikliğin bekçisi olduğunu belirttikten sonra Türkiye’nin demokrasiye geçmesi halinde oluşabilecek riskleri kimin üstleneceğini soruyor.

Aslında söylediği şey, bir Müslüman ülkenin demokratikleşmesinin zorluğu. Eski Dışişleri Bakanı olarak Türkiye-AB Gümrük Birliği anlaşmasına Fransa’nın onayını imzalayan  Mösyö Juppe ve diğer “Fransız Kemalistler”, bir Müslüman ülkenin laik olmakla yetinmeyip, demokrasi aşamasına geçme gayreti içinde olmasından tedirgin oluyor. Müslüman Türkiye’nin demokratikleşme sürecini İslamileşme olarak algılıyorlar. Yıllardır, kendi göçmenlerinin kılık kıyafetiyle uğraşmaları da bu yüzden.

Ya sekülerleşeceğiz ya da...

Tabii burada bu görüşe takılıp kalmayan, Türkiye’de yaşanan sürecin bir İslam ülkesindeki demokratikleşmenin doğal resimleri olduğunu anlayanlar da bulunuyor. “Fransız Kemalistler” açısından konunun zorluğu, bir Müslüman ülkenin asla ve asla demokratikleşemeyeceği önyargısından kaynaklanıyor. Bizdekiler “Türkiye Cumhuriyeti’nin liselerinden mezun çocukların Türkiye Cumhuriyeti devleti üniversitelerine başörtüleriyle gitmesi halinde” ülke rejiminin şeriata dönüşeceğini şiddetle söylerse; Kemalist bir anlayışın demokratik bir anlayışa geçtiğini algılamazsa Fransa’daki nasıl anlasın?

Her değişim görecelidir. Herşeyin değişimi bir başka şeyin değişimine referans alınarak değerlendirilebiliyor. Bugün ülkemizde laikliği bir tür siyasi ve kültürel kimlik haline getirenlerin Batılı moderliğe bakışında bu zihniyet epeyce belirleyici olduğu için bu insanllarımız, Fransız Kemalist gibileri örnek alarak, AKP olgusunu nasıl değerlendirmek gerektiğini bilemiyorlar. Çünkü onların beklentisi, özgürlük ve eşitlik türü ideallerin ancak sekülerleşen toplumlarda olabileceği yönünde. Buna göre de Türkiye toplumunun önünde iki yol var: Ya sekülerleşerek Batı’ya benzeyeceğiz ve böylece daha özgürlükçü bir rejim kuracağız ya da daha da dindarlaşarak Batı’dan uzaklaşıp ‘orta çağ karanlığına’ gömülmeye mahkum olacağız. Diğer bir deyişle bu modernist algıda herhangi bir kişi ya da grubun dindarlığını koruyarak modernleşmesi gibi bir alternatif yok.

Oysa Türkiye’de tam da bu beklenmeyen, ihtimal verilmeyen süreç gerçekleşiyor. Genelde ‘sol’ veya ‘liberal’ hükümetlerin yapması beklenen çıkışı, İslami duyarlılığı yüksek olan ve ‘şeriatçılıkla’ damgalanmak istenen bir hükümet yapıyor. Sekiz yıldır dindarların etkili olduğu bir siyasi hareketin öncülüğünde yapılan reform ve anayasal değişiklerle günlük hayattaki özgürlük ve e?itlik imkanının AB normlarına uygun hale getirilmesi isteniyor. Öte yandan, demokratik açılımlarla, Alevilerden Kürtlere, gayrimüslimlerden bizzat Sünni Müslümanlara uzanan bir devlet baskısı geleneğinden kurtulma çabası içinde, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana ilk kez özgürlükçü ve çoğulcu nitelikte bir demokrasiyi yerleştirme mücadelesi veriliyor. Türkiye otoriter laikliğin meşrulaştırdığı milliyetçi cumhuriyet anlayışından yavaş yavaş kurtuluyor.

Sorun başörtüsü değil laiklik

Otoriter lâiklikçilerin kafasındaki sekülerleşme anlayışına göre giderek daha çok insanımız kendi hayatlarını dini yorumların katkısı olmaksızın ve dinden bağımsızlaşarak yaşayacaklardı. Halka yukarıdan giydirilen ‘Kemalizm elbisesi’nin yegane gayesi de buydu. Ama Türkiye’de bugün bir başörtüsü sorunu varsa demek ki laiklik sorunu da var. Genelkurmay ve CHP’lilerin, Cumhurbaşkanı’nın eşinin temel hak ve özgürlüklerini, bireyselliğini yok sayan tavırları Cumhuriyetimizi eşitlik ve demokrasiyle taçlandırma konusunda alınması gereken daha epey mesafe olduğunu gösterdiği gibi, Türkiye’de laiklikliğin oturmadığını da açığa çıkarıyor.

Peki, Türkiye’de laiklik oturmadıysa nerede yanlış yapıldı ? Nerede, ne aksadı da cumhuriyetin “en önemli değeri,” halkın “en önemli değerleri” arasına giremedi?

Biz Cumhuriyeti kuralı seksen yedi yıl oldu. Üstelik de “sert” bir Cumhuriyet bu. Bu sert Cumhuriyet kendi “değerlerini” kitlelere “eğitim sistemiyle” enjekte etti. “Tevhid-i Tedrisat” kanunuyla eğitimi, Diyanet ile de dini kontrol etti. Çünkü devlet ve din arasında katı bir ayrım inşa edebilmek için dini faaliyetler kontrol altına alırsa dinin siyasallaşmasının engelleneceğini, bireysel düzeyde kalacağını varsaydı. Hep “laikliği” vurgulayıp, onu askeri birlik teftiş eder gibi şekilsel olarak algıladı. Halkın yolundan “sapacağından” korktuğundan “demokrasiyi” asla cumhuriyetin değerleri arasına almadı. Avrupa’nın tüketim biçimini taklit etmeyi modernleşme ve Batılılaşma sandı. Halkın üretim biçimini dönüştürmeden onu Batılı gibi tüketmeye ve yaşamaya zorluyarak sorun ve baskı yarattı. Laiklik için, Batı gibi tüketmeyi değil, “Batı gibi üretip zenginleşmeyi” temel almak gerekiyor.

Zenginlik demokratikleştirir

Bilindiği gibi, laiklik, en kaba anlatımıyla “dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması” demek. Devlet dinin kurallarına göre yönetilmiyor laik düzende. Peki, insanlar niye böyle bir yönetim biçimi yaratma ihtiyacı duydu?

Laiklik, “burjuva sınıfının” güçlenmesiyle hayata geçmiş bir kavramdır. Burjuvalar, krallardan ve aristokratlardan farklı olarak “varlık nedenlerini” tanrıya bağlamıyorlardı. Onlar “paralarıyla”, sermayeleriyle varoluyorlardı. İktidarlarını sürdürmek için “tanrısal” bir desteğe ihtiyaçları yoktu. Ayrıca, ellerindeki parayı nasıl harcayacaklarının “kilise” tarafından belirlenmesini de istemiyorlardı. Onlar paralarını özgürce harcamak istiyorlardı. Bu yüzden laiklik, “halkın” elinde para birikmesiyle ortaya çıktı.

Evet, parayla laiklik arasında çok kuvvetli bir bağ vardır. Eğer, bugün ülkemizde (veya Fransa’da) “Laiklik elden gidiyor” diye üzülenler varsa, öncelikle akıllarına takmaları gereken soru, “halkı nasıl zenginleştireceğiz” sorusu olmalıdır.  Halkın zenginleşmesi ise gelişmiş dünyanın parçası olmaktan geçiyor.

Türkiye’de laiklik isteyen Fransız Kemalistler ve bizimkiler, vatandaşlarımızın zenginleşmesini talep etmek zorunda. Siz, hem laiklik isteyip hem de Türkiye’nin zenginleşmesine, dolayısıyla Avrupa Birliği’ne karşı çıkamazsınız.

Türkiye’nin AB içinden kaynaklanan engelleri bir süre dikkate almadan, hızla demokratik reform, sosyo-ekonomik atılım ve mevzuat uyumu yönünde ilerlemesi gerekli. Hedef, tam üyeliğe hazır ve uluslararası ekonomik açılımları çok başarılı ülke olmak ve AB demokratik dinamizminin ordu sopası ile laiklik anlayışından çok daha güçlü olduğunu Kemalist Fransızlara göstermemiz lazım.

[email protected]

Kaynak: Star