Biliyor musunuz, "kara"nın yakında olduğunu haber veren kuşları biz ne zaman görmeye başladık? "Bölüneceğiz", "şeriat gelecek" diye bağıranların çığlıkları halk arasında gülümsemeyle karşılandığında. Yaşadığımız bunca olaydan, içinden geçtiğimiz "Ayışığı", "Sarıkız", "Kafes", "Balyoz", "Poyraz" senaryo belalarından sonra, bu sözlere pek inanan kimse çıkmıyor artık. Türkiye'nin ruhu değişti. Tabular, 'insanlarımız'ın zihinlerinde parçalandı. Baskıdan sıkılıverdi milyonlarca insan. "Kara görünüyor!" müjdesine yaklaştığımızı haber veren kuşlar ruhumuzdaki bu değişimden havalanıyor böyle.
Çağıltılı bir nehrin kenarında durur da önünüzden köpürerek akan suya gözlerinizi dikip bakarsanız, biraz sonra başınız döner, gözleriniz kararır, düşecek gibi olursunuz. Nehrin nereden gelip nereye gittiğini görebilmek için biraz geriye çekilmek gerekir. Sanırım, hayatla ilişkilerimiz de biraz böyledir. Bugün ülkemizde yaşananlara aşırı bir dikkatle baktığınızda başınızın dönmesi, yüzlerce kirli ayrıntı içinde şaşırmanız, nehrin akış yönünü gözden kaçırmanız neredeyse kaçınılmazdır. Ama benim gibi uzaktan (Fransa'dan) bakarsanız, berrak ve güçlü bir nehir göreceksiniz. Evet, Ahmet Altan'ın da değindiği gibi, "nehir, yeni bir Türkiye'ye doğru akıyor". Toplumumuz sancılanarak, kırılarak, çatışarak değişiyor. Sular, kabarıp köpürerek temizleniyor çünkü...
Bunu başka bir benzetmeye çağrı yaparak da ifade etmek mümkün. Eski çağlarda, uzun yolculuklardan sonra bir geminin içinde bunalmış, umutlarını yitirmeye hazır gemicilere bir kara parçasına yaklaştıklarının müjdesini önce deniz kuşları verirdi. Kuşları gördükleri zaman karaya yaklaştıklarını anlarlardı. Biz de hırpalanmış bir gemiyle fırtınalı uzun bir yolculuktan geliyoruz. Darbelerden, iç savaşlardan, cinayetlerden, devlet çetelerinden, işkencelerden, fakirliklerden, yasaklardan, yolsuzluklardan geçe geçe geliyoruz. Ambarında hortlaklar saklayan hırpalanmış bir gemi gibi geliyoruz. Maceralı yolculuğumuzda güzel günlerimiz, karaya yaklaştığımızı sandığımız mutlu zamanlarımız oldu. Ama mutluluktan çok mutsuzluk, özgürlükten çok baskı, zenginlikten çok fakirlik, neşeden çok ızdırap gördük. Şimdi artık karaya yaklaştığımızı haber veren deniz kuşları dolaşıyor geminin çevresinde.
ARTIK BİR YARINIMIZ OLSUN!
Siyasi gündemimizde hep aynı başlıklarla yaşamaya devam ediyoruz. Kutuplaşma, askeri darbe, sivil darbe, laiklik, bölücülük, asker-sivil ilişkileri vs... Aynı yalanlar. Aynı tehditler. Aynı korkular. Aynı böbürlenmeler. Aynı zayıflıklar. Aynı kavgalar. Zaman yanımızdan sanki bize dokunmadan akıp gidiyor. Yarına bir türlü ulaşamıyoruz. İçine gömüldüğümüz çatlağın tepesinde yarın sevecen bir gülümsemeyle bize bakıyor. Güçlü bir elin uzanıp bizi bulunduğumuz yerden yıllardır beklediğimiz yarın'a çekmesini bekliyoruz. Mütevekkil, alışkın ve aldırmaz bir bekleyiş. Ne fakirlik telaşlandırıyor bizi, ne acı, ne ölüm. Hep aynı günün içinde hep aynı ölümü görmeye bile alışmıştık bu son günlere kadar. "Niye ölüyor bu insanlar?" diye sormaya bile mecalimiz yoktu. Ölüyorlardı çünkü değişmeyen bir zamana hapsolmanın kaçınılmaz sonucu, bütün bu gereksiz acılar, felaketler, ölümler. Yüz yıldır aynı sabaha uyanıyoruz. Sanki hiçbir şey değişmiyor. İnsanlarımız hep susuyor. Zamanı yitirmiş bir kavmin korkunç sessizliği içinde. Aynı budalalıklar. Aynı yenilgiler. Aynı laflar. Aynı muhtıralar. Zaman atının sırtında hep yarına koşan kavimler bizi aralarına almıyor. Alaycı ve aşağılayıcı bir ifade hepimizin yüzünde. Ve, bize, hep aynı günde yaşamanın ne kadar büyük bir talih olduğunu anlatanlar, "artık bir yarınımız olsun" demeyi ihanetle bir tutanlar, içine hapsolduğumuz zaman çatlağından çıkarsak mahvolacağımıza bizi inandırmak isteyenler, her fırsattan yararlanarak ülkeyi dünyadan koparmaya çalışan, yıllarca omuz başında sessizce beklediği önderine tuzak kurmuş iktidar açlığıyla kıvranan politikacılar.
Evet, ambarda saklı hortlaklarımız sıkıntıyla homurdanıyor. Şu Türkiye denilen topraklarda yaşayan insanların, insanca bir hayata layık olduğuna inanmayanlar var. Eğer biz Avrupa'daki insanların sahip olduğu haklara sahip olursak ya ülkeyi bölermişiz ya da kafalarımıza birer sarık sarıp şeriat ilan edermişiz. Bilmiyorum, ambardaki hortlaklarımıza biz bir mazoşistler güruhu gibi mi görünüyoruz? Gerçekten özgür olan, demokrasiye kavuşmuş bir ülkede otuz bin kişinin öldüğü bir iç savaşın bir daha yaşanacağına içtenlikle inanıyorlar mı? Yüzlerini buruşturarak "halk" dedikleri kalabalığın tek amacının acı çekmek olduğunu kim söyledi acaba onlara? Başımıza bir mollalar ekibi geçirmek için Avrupa'yla birleşmek gibi karmaşık bir planı uyguladığımıza inanmaları bizim mi yoksa buna inananların mı bir sorunu olduğunu gösteriyor? Avrupa'nın bizi "bölmek" istediğine inanmanın mantıklı açıklaması ne acaba? Şu yetmiş milyonluk bir imparatorluktan gelen koskoca Türkiye bir "kırmızı şapkalı kız," Avrupa da bizim gençliğimizi ve güzelliğimizi kıskanan "kötü cadı" mı?
Gerçekler ortada. Türkiye'nin Avrupa üyeliğine doğru attığı kararlı adımlar, dünyanın değişen şartları artık bu ülkenin eski anlayışla yönetilmesine, halkın devletten maaş alanların kurduğu bir oligarşinin boyunduruğunda yaşamasına olanak tanımıyor. Bu gelişmeyi durdurmanın, halkı "çağdaş hukukun, insan haklarının, demokrasinin" onun aleyhine olduğuna ikna etmenin pek imkânı yok. İnsanlarımız, eskiden olduğu gibi sahte korkulara kapılarak kendi doğal haklarından vazgeçmeye, bütün ömürlerini sefaletle, baskı altında geçirmeye razı olmuyorlar. Hayat, ülkemizi zenginleştirecek, özgürleştirecek bir mecraya doğru akıyor. Hayatı normal seyrine bırakırsanız varacağımız yer burası. Son yıllarda yaşanan tuhaf gerginlikler, bu normal seyri durdurmayı amaçlıyor. Yeni bir 28 Şubat yaratabilmek için kıvrandıklarını görüyorsunuz.
'DEVLET SIRRI' DEDİKLERİ BU MUDUR?
"Balyoz" adıyla bilinen ve 2003 yılında seçimle tek başına iktidar parti hükümetini devirmeyi hedef alan darbe planı, bugüne kadar ortaya çıkanların en teferruatlısı. Toplumun çoğunluğuna yönelik cami bombalamak ve halkı ikiye ayırarak bir kısım karşısında diğerini desteklemek, PKK ve El Kaide'nin bombalı eylemlerinin organize edilmesini sağlamak, Yunanistan'la gerginlik ve hatta ordunun kendi uçağını düşürmesi gibi eski darbelerden ayrılan yeni bir kırılmayı temsil ettiğini son günlerde gazetelerden öğrenebiliyoruz.
Milliyet Gazetesi'nin, Türker Karapınar imzalı "Ergenekon savcılarının, emekli Albay Mustafa Levent Göktaş'ın ofisinden çıkan 51 No'lu DVD'de yer alan 'Balyoz Planı'nı, Genelkurmay'a 11 ay önce sorduğu ve 'devlet sırrıdır' yanıtını aldığını" belirten manşeti "görevli" olmayanlar açısından durumu netleştirdi, tartışmayı da bitirdi. Geçen yılın 23 Şubat'ında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, DVD'yi Genelkurmay Askerî Başsavcılığı'na göndererek, içindeki bilgilerin "devlet sırrına karşı suçlar, casusluk, devletin güvenliğine ilişkin" olup olmadığının ayrıntılı olarak bildirilmesini istemiş. 2 Nisan'da Genelkurmay Askerî Başsavcısı Hâkim Albay Yavuz Şentürk, DVD ile ilgili hazırlanan sekiz sayfalık inceleme raporunu İstanbul'a göndermiş. İnceleme raporunda "Balyoz Harekât Planı" için "gizliliği kalkmamıştır" denilirken, "açıklamalar" kısmında da, DVD içinde "ALEV, ATAK, BALYOZ ve YARASA Hrk.pln.ları ve bunlara ait görev bölümü ve mu. ekleri vardır. Çok gizlidir" ifadelerine yer verilmiş. Ayrıca Balyoz Harekât Planı'ndaki bilgilerin "devlet sırrı" kapsamında olduğu bildirilmiş...
Taraf Gazetesi'nin geniş bir özetini yayınladığı Balyoz Darbe Planı nasıl "devlet sırrı" olabilir, anlaşılır gibi değil... Hükümet devirmek... Darbe yapmak... Cami bombalamak, uçağımızı düşürmek... "Devlet sırrı" dedikleri bu mudur?
Harp oyunu adı altında gizlenen bu darbe planlamasının mantığını orgenerallerimiz ilk etapta halka dönüp "böyle bir plan yoktur" deyip, daha sonra şöyle takdim ediyorlar: "Arkadaşlar bu plan seminerini, konjonktürel gelişmelere göre dikkatlerimizi nerelerde yoğunlaştırmamız gerektiğini ortaya koymak için yaptığımızı herhalde hepiniz anlamışsınızdır. Yani buradaki Yunanistan meselesi tali bir meseledir... Söylediğimiz her söz, atacağımız her adım evvela laik demokratik cumhuriyetin korunması ve kollanılması, kollanması için olmalıdır. Laik demokratik cumhuriyetten daha üstün, bundan daha büyük tehlikemiz yok mevcut durum içerisinde... Kuzey Irak'ta olsun, Yunanistan'la olsun nerede olursa olsun dışarıya yönelik hudutlarımız ötesinde meydana gelebilecek tehdit hiçbir zaman içeride irticanın yaratacağı tehditten, irticanın baş kaldırması, ayaklanması ile ortaya çıkacak tehlikeden daha büyük olamaz. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi sağlam bir bünyeye, Atatürkçü bir yapıya ordunun, Türk ulusunun kavuşması her türlü tehdidi ve engeli karşılamasına yetecektir."
Belki çok zeki bir ulus değiliz. Ama onların sandığı kadar zekasız olduğumuzu da sanmıyorum. Çok acılar yaşadık, çok kandırıldık, çok dolandırıldık, çok ezildik. Bu halk, artık insanca yaşamak istiyor. İtilip kakılmadan, horlanmadan, aşağılanmadan, soyulmadan yaşamak istiyor. Bu yapay gerginliklere bu kez büyük bir ihtimalle aldırmayacağız, düşmanın kalemizin önüne koyduğu o tahta atı içeri almayacağız. O tahta atı hayatımızın kapısına bırakanlara, gerginlik yaratmak isteyenlere dikkatle bakın, onların kimlerle ittifak kurduğunu bir inceleyin. Hepsinin de politik bir gücü, politikaya girmeden elde etmek isteyen insanlar olduklarını göreceksiniz. Rüşveti, yolsuzluğu, hırsızlığı, uyuşturucu kaçakçılığını bu ülke için tehlikeli görmeyenler bunlar. Onlar için tek tehlike haksız iktidarlarını kaybetmek. Ve, kaybedecekler. Tahta atlarıyla birlikte hayatımızdan çıkacaklar yakında.
KARA GÖRÜNÜYOR!
Biliyor musunuz, "kara"nın yakında olduğunu haber veren kuşları biz ne zaman görmeye başladık? "Bölüneceğiz", "şeriat gelecek" diye bağıranların çığlıkları halk arasında gülümsemeyle karşılandığında. Yaşadığımız bunca olaydan, içinden geçtiğimiz "Ayışığı", "Sarıkız", "Kafes", "Balyoz", "Poyraz" senaryo belalarından sonra, bu sözlere pek inanan kimse çıkmıyor artık. Önce ülkenin düşünce iklimi değişti. Tabular, 'insanlarımız'ın zihinlerinde parçalandı. Biz, Avrupa'ya parlamentonun çıkardığı o muhteşem yasalarla yaklaşmıyoruz aslında. Biz zihnimizde Avrupa'ya yakınlaştığımız, hortlakların masallarına güldüğümüz için o yasalar o kadar kolay çıkabiliyor. Türkiye'nin ruhu değişti. Baskıdan sıkılıverdi milyonlarca insan. "Kara görünüyor!" müjdesine yaklaştığımızı haber veren kuşlar ruhumuzdaki bu değişimden havalanıyor böyle.
Hortlaklarımız, yıllarını ambarda geçirdikleri, halkı hiç ciddiye almadıkları, bizi bir mazohist grubu sandıkları için ne kuşları görebiliyorlar, ne karanın kokusunu alabiliyorlar. Ve kuşlar uçuyor. Yeni bir yaşamın habercileri dolaşıyor geminin üstünde. Yakında, gözcünün yüzyıllardır beklediğimiz müjdeli sesini duyacağız: "Kara göründü."
Prof. Dr. Garip TURUNÇ - Bordeaux IV Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: Zaman