Başörtüsü rejimi yıkabilir mi?
Refah Partisi'yle DYP'nin koalisyon hükümetinin, postmodern darbe öncesindeki son aylarıydı. O vakit ev sahibimiz İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan'dı. Belki de maruz kaldığım medya ablukasının sebebi o zamanki sıcak siyasi ortamdı. Beni kuşatmaya alanların çoğu laikti ve açıkçası onları üzerime salanın kim ve ne olduğunu bilmiyordum.
Belki de bunun kitaplarımın Türkçe tercümeleriyle ilgisi vardı. Söyleşilerin çoğu siyasi tartışmalara benziyordu. Soru soranların çoğu İslamcıların 20 yıldan kısa sürede laik Türkiye'yi ortadan kaldıracağı endişesini dile getiriyordu. Bir kısmı da, kendim ve Erbakan aleyhine sözler duymaya çalıştı benden. Bir gazeteci, birkaç yıl önce Erbakan'la söyleşi yaptığımı öğrendikten sonra benim ağzımdan, Erbakan'ın laik rejimi reddettiğini veya İslami rejim kurarak şeriat uygulama niyetini ifade eden bir açıklama almaya çalıştı.
İki gündür Ankara'nın sahne olduğu gösterileri izlerken bu tartışmaları hatırladım. Türkiye'deki Kemalist kutuplar, tıpkı o günkü gibi gördükleri İslamcı kuşatmadan dolayı endişeleniyor. Özellikle de, Başbakan Erdoğan veya AKP içinden başka adayların cumhurbaşkanlığı makamına gelecek olması nedeniyle. Bu makam AKP'ye yürütme organı üzerinde tam egemenlik verecek ve cumhurbaşkanlığı kanalıyla beslendikleri veto hakkını Kemalistlerin elinden alacak. Onlara göre bu, Kemalist cumhuriyetin son kalesinin İslamcıların eline düşmesi anlamına geliyor.
Bu endişedeki sorunu o vakitler şöyle açıklamıştım: "Kemalistler, 1923'te kurulduğundan bu yana cumhuriyet üzerinde mutlak diktatörlük uyguladı ve rakiplerini silahlı veya sivil şiddet kanalıyla cezalandırmaktan geri durmadı. Şu ana dek hoşnut olmadıkları siyasi partilere hegemonyaları altındaki yargı ve adalet organları kanalıyla yasak koydular. Peki 80 yıllık bir diktatörlük sonrası ne istiyorlar? Bundan sonra kaybetmemelerini ne garanti edebilir? Durum buysa yenilgiye teslim olmak akıl kârı değil mi? Dilediğini giyme özgürlüğünü kullanan bir bayan sebebiyle yıkılma endişesi taşıyan rejimin geleceği yoktur."
Diğer yandan, Erdoğan'ın partisinin üstün gelmesi laikliğin yenilgisi değil, aksine laikliği korumak için son fırsat olabilir. AKP gibi demokrat bir parti laikliği geliştirir ve sistemi Kemalist teknokrat rejim yerine demokratik bir rejime çevirir. Bu da Kemalist cumhuriyeti 19. yüzyıla ait aykırı konumundan, 21. yüzyıla taşır. Zira Kemalizm hali hazırdaki konumuyla benzediğini iddia ettiği Avrupa demokrasilerinden çok İran rejimine yakın.
Anlamlı bir ironi de vardı. İstanbul ziyaretimde, bizimle konferansta bulunan İranlı bir din âlimiyle o vakitler yapılmak üzere olan İran seçimleri hakkında konuşmuştum. Kendisine cumhurbaşkanlığı adaylarıyla ve özellikle de o vakitler yıldızı parlayan Muhammed Hatemi'yle ilgili görüşlerini sormuştum. İranlı âlim bana Hatemi'nin adaylığını kesinlikle reddettiğini söylemişti; gerekçesi, 'Hatemi'nin ülkeyi ABD'ye teslim edeceği'ydi.
İran'da Hatemi dönemi bitti. Hatemi sonrasında reformculara darbe vuruldu ve rejimin gelenekçi koruyucuları egemenliklerini tekrar kazandı. Hatemi ve yandaşları, Batı'yı desteklemeleri ve özgürlük çağrıları sebebiyle İslami rejimi tehdit etmekle suçlanmıştı. Oysa Hatemi yandaşlarının çoğu İslami rejim yanlısıydı. Birçok gösterge Hatemi deneyiminin belki de, İran'daki İslami rejimin modernleşme ve rasyonelleşme sayesinde kesin çöküşten kurtarılması için son fırsat olduğuna işaret ediyor.
Doğal olarak, Hatemi ve Erdoğan deneyimleri arasında farklılıklar olduğu gibi rejimler arasında da farklılıklar var. Bazı uzmanlar İran'daki Şah rejimiyle Türkiye'deki Kemalist rejim arasında, laikliği köklü İslam tarihine sahip toplumlara zorla dayatma yöntemleri ve Batı yanlılığı açısından daha fazla benzerlik olduğu görüşündeydi. Fakat bugün, devletin anayasa gücüyle, yargı, yürütme ve özellikle ordu gibi kurumlar kanalıyla dayattığı ideolojiyi baz almaları açısından iki rejim arasında benzerlikler daha fazla. Her iki rejim de sınırlı ölçüde demokrasiye ve halk tercihine göz yumuyor ancak dar bir çerçevede: Rejime sadık kalmamakla suçlanan partiler ve adaylara rekabete katılma izni verilmiyor.
İslam dünyasının krizi çok derin
Hatemi ve Erdoğan, sisteme bağlı kalmamakla suçlandı. Hatemi'nin İslami rejime bağlılık iddiası, Erdoğan'ın Kemalist rejime bağlılık iddiasından daha güçlüydü. Hatemi İran rejiminin, Velayeti Fakih, Uzmanlar Konseyi, yargı, ordu, Devrim Muhafızları ve güvenlik organlarında temsil edilen güç merkezlerine yaklaşmamıştı. Erdoğan'sa, bugün laik rejimin cumhurbaşkanlığıyla temsil edilen en kutsal makamına yaklaşırken, başbakanlık görevi ve meclis çoğunluğu kendisine Hatemi'nin beslenmediği boyutta bir otorite verdi. Bunun yanı sıra, ordunun nüfuzunu azaltma ve AB üyeliği talepleri sayesinde demokrasiyi kökleştirme başarısı gösterdi.
İki rejim arasındaki çelişkiye rağmen Türkiye ve İran'daki demokratik modernleşme akımlarının akıbeti arasındaki bu paralellik İslam dünyasının karşılaştığı demokrasi krizinin, rejimin şekliyle ilgili değil, çok daha derinlerde olduğuna işaret ediyor. Zira reformu reddeden bu rejimleri buluşturan nokta, halkın ezici çoğunluğunun iradesine karşı güç kullanarak yönetime egemen olan bir grubun varlığı. Bu azınlık, modernleşme, laiklik, milliyetçilik, İslamcılık veya başka bir söylemle yıllarca iktidarda kalmasına rağmen, açıklanan hedefleri gerçekleştirmekte başarısız oldu.
Aksine ülkeleri aydınlık günlerden uzaklaştırdı ve daha da önemlisi bu rejimlerin halk destekleri düşüş içinde. Bu durum onların, halka yöneticilerini seçme hakkı veren adımlara karşı çıkmasına yol açıyor. Artık bu rejimlerin girdikleri kapalı yolun daha fazla istikrarsızlık getireceğini itiraf etmesi, siyasetçilerin herkesçe malum başarısızlıkları ilan etmesi, halkların işleri ellerine alması için emanetleri ehline vermesi zamanı geldi.