Bugün yeni bir soğuk savaşın tam ortasında olduğumuzu artık göz ardı edemeyiz. Bir tarafta ABD’nin, diğer taraftan Rusya ve onun gölgesinde kalan müttefiklerinin girdiği hem soğuk hem de sıcak olan savaşın öncekinden farkı, Ortadoğu’ya da uzanmış olması. Bir cephede İran, diğer cephede de Suudi Arabistan’ın içine girdiği savaş, ABD- Rusya savaşıyla eş zamanlı ilerliyor. Bir diğer fark ise, bu savaşın gündemini, medeniyetler çatışması veya ilkesel düzlemdeki değerlerin kafa kafaya gelmesi değil, rejimlerin çıkarları belirliyor. Bu nedenle bugün dünya sahnesinde görülen soğuk savaş, aslında aralarında ideolojik veya normlar açısından farklılıkları olmayan otoriter rejimlerin hırsları yüzünden başlattıkları I. Dünya Savaşını andırıyor.

Batı, kendisini insan hakları savunucusu olarak görmeye devam etse de, uluslararası teamüllerde çıkarlarını korumayı gözetiyor ve bu iç güdüyü gizleyemiyor. Öte yandan, Rusya ve İran gibi birbirine rakip ülkeler, sadece suça teşvik edici uygulamaların peşine düşerken, yalnızca hak ihlalleri yapmakla kalmıyorlar, aynı zamanda diktatör rejimlerin çıkarlarını hiç bir utanç duymadan alenen savunuyorlar. Bunun yanı sıra, bir yandan ulus devlet şovenizmi yaratıyorlar ama dini hitaplarında sadece kendi çıkarlarını savunacak kadar seslerini çıkarıyorlar ki bu dünyanın yabancı olduğu bir durum değil. Çünkü önceki iki dünya savaşına da hakim olan ana atmosfer, tam olarak buydu.

Ortadoğu’da yaşanan çatışmalarda takınılan tavırların komplikasyonları ve yarattığı kargaşalar, bölge için keskin kutupların oluşmasına yol açıyor. Bu kutupların liderleri ise bir tarafta Rusya – ve bir ölçüde Çin-, diğer tarafta ise Amerika. Bu keskin çizgi, bölge devletlerinin de poltik kargaşa yaşamasına neden oluyor. Örneğin Suudi Arabistan ve - Katar dışındaki- dostları, Amerika’nın Irak operasyonuna ve savaş sonrası Amerika tarafından oluşturulan rejime, İran’ın çıkarlarına hizmet etmesine rağmen tam destek verdiler. Hatta Körfez medyasının bazısı halen Irak’taki iktidarın yanında duruyor, bunu da Irak rejiminin Amerikanın temsilcisi olduğunu düşündüğü için yapıyor.

Herkesin bildiği üzere, Ortadoğu’daki kutuplaşmanın ana eksenini mezhep kavgası, yani Sünni- Şii çatışması oluşturuyor. Suudi Arabistan, Sünni kamplaşmanın liderliğini üstlenirken, İran, Şii kutbu yönetiyor. Ancak biraz daha derin düşünüldüğünde bu sınıflandırmanın şekli daha net ortaya çıkacaktır. İran’ın ve dostlarının mezhepçi duygularla hareket noktasını oluşturduğu doğrudur. Çünkü Hizbullah ve Irak’taki Hizbu’dda’ve gibi İslami örgütleri, Esad gibi İslam düşmanı birisine yardıma neden gönderdiğine dair başka bir açıklama yapamaz. Fakat İran’ın Ayetullah Kubra, Mir Hüseyin Musevi ve Muhammed Hatemi gibi gibi önemli Şii siyasetçilere olan düşmanlığı da biliniyor. Ayrıca Esad’a olan desteğinin de Şiilikle veya dini ideolojiyle ile bir alakası yok. Yani burada mezhepçilik yalnızca araç olarak kullanılıyor. İran rejimi için esas olan kendi çıkarları doğrultusunda uygulamak istediği siyaset. Aynı mantıkla İran, Mısır’daki rejim muhalifi Sünni İslamcıları da destekliyor. Bu yaklaşımın temel sebebi ise, Tahran yönetiminin Mısır’daki mevcut iktidarın Suudi Arabistan’la yakınlaşmasından rahatsız olmasından başka bir şey değil.

Sünni tarafa baktığımızda da aynı duruma şahid oluyoruz. Sünni cephenin lideri olan Suudi Arabistan, mezhep kutuplaşmalarından her zaman kaçınmaya çalışan Katar ve Türkiye gibi ılımlı Sünnilere hasımlık yapmaktan geri durmuyor. Aynı şekilde Suud cephesi, El Kaide ve cihadçı örgütler gibi radikal islamcı grupların da karşısında duruyor ve onları birinci düşman ilan ediyor. Diğer taraftan da Müslüman Kardeşler gibi geniş bir halk tabanına sahip olan mutedil islami örgütleri de elemiş durumda. Yani Sünni kamplaşmanın lideri, laik, ılımlı, radikal tüm Sünni dünyaya İran’dan daha fazla düşmanlık ediyor

Bu durum, İran’ın bölgede rakiplerini hızla eriterek nasıl ilerlediğinin sırrını da açıkça ortaya döküyor. İran, iç ve dış politikadaki ideolojik yaklaşımlarında gayet stratejik ataklar yaparken, rakipleri bu dengeyi kurmaktan aciz kaldıkları için sürekli düşüş yaşıyorlar. İran silahlanma konusunda kendisine büyük ölçüde güveniyor ve Hizbullah, Mehdi Ordusu, Bedir Milisleri gibi kendisine sadık örgütleri cömertçe besliyor. Buna karşılık kampın diğer tarafında, Sünni ideolojik coşku hiç gözükmüyor. Çünkü cephenin elitleri dini hassasiyetlere düşman olmasalar bile çok da umursuyormuş gibi durmuyorlar. Bölgedeki tüm devletlerde siyasi gücü elinde tutan bu elit Sünni kesim, toplumdan kendisini izole etmiş durumda. Bu nedenle Batılı müttefiklerinin hiç biri, bir çok cephede savaşan bu kesime güvenmiyor. Her ne kadar bazı liberal değerlerde ortak payda da buluşsalar da, Batılılar, Doğulu müttefiklerini hala “geri kalmış”, “demokrasiden ve siyasi iradeden yoksun rejimler” olarak görüyorlar. Bölge de ülkelerinden herhangi birisiyle karşı karşıya geldiğinde ise, bu Sünni elit ile stratejik ortaklık gereği müttefiklerine destek vermeleri gerekiyor. Yani ortaya çıkan maliyeti üstlenmek zorunda kalıyorlar. Bu da bir yük olmaktan öteye gidemiyor. Çünkü Sünni cephede savaşan hiç kimse ilkeleri için savaşmıyor. Para veya dış güçlerin çıkarlarını korumak için savaşıyor. 

Batılı ülkelerde savaşlar yalnızca çıkarlar için yapılmaz. Avrupa halkı için Esas olan uğrunda nice kurbanlar verdikleri özgürlükleridir. Liberal demokrasiyi benimseyen ülkeler, savaşa girmek için de öyle çok acele etmezler. Barışçıl tabiatları gereği, yaşam standartlarını ve kaynaklarını korumayı daha çok tercih ederler. Böylelikle de savaşın olumsuz şartlarından olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Tam da bu nedenle ABD, I. Dünya Savaşı’na girme konusunda çok tereddütlü davranmıştı. Ingiltere de aynı şekilde her iki dünya savaşından uzak durmak istemişti. O kadar ki, Hitler’in orta ve doğu Avrupa’da bazı ülkeleri yutmaya çalışmasına bile göz yummuştu.Ancak demokrasiden yoksun olan ülkeler, doğaları gereği düşmanca hareket etmeyi benimsediklerinden, diğer ülkeleri savaşa sürüklemek isterler. Japonya’nın sinsice Amerika’ya saldırması, Hitler’in Avusturya ve Çekoslovakya’yı işgalle yetinmeyip, Polonya’ya saldırması bunun en net örneklerinden. O kadar ki Hitler, daha büyük bir aptallık yapıp en yakın müttefiki Rusya’ya bile saldırma cüretinde bulunmuştu.

Aynı dinamikleri bugün Putin’in Rusyasında ve Hamaney’in İranında görüyoruz. Amerika, İran’a Irak’ı hediye ederek, nükleer enerji konusundaki diyalog kanallarını açarken, Batı da Rusya’nın Orta Asya’daki İslam ülkelerindeki hegemonyasına ve orada Çeçenler’e yaptığı gibi imza attığı katliamlara sesini çıkarmadı. Ancak Rusya bunlarla yetinmeyerek, Avrupa’nın eski sömürgelerine doğru açılarak genişlemek istedi. Bu yüzden Gürcistan’a saldırdı, Kırım’ı Ukrayna’dan koparıp istikrarını bozdu, Baltık ülkelerini de tehtid etmeye devam ediyor.

Aynısını İran da yaptı. Irak’ı kendisi için yeniden tertib eden İran, ülkenin Şii olmayan kesimini ayıklamayı başardı. Sonra elini Suriye’ye uzatarak Esad’a yardım etti. Lübnan’ı da yutmakla tehtid eden İran, bu bölgelerdeki önemli platformları ele geçirerek, diğer ülkeker için tehtid oluşturmaya başladı.

Geçmişte iki dünya savaşında olduğu gibi bugün de, Batı şu ana kadar yeni bir savaşa girmemek için elinden gelen çabayı sarfediyor ama öyle görünüyor ki, savaş kaçınılmaz olacak ve en azından nükleer tehlikeden dolayı Rusya ile soğuk bir savaş sürecinden geçilecek. Savaşın en yakıcı kısmı ise, doğal olarak Ortadoğu’da yaşanacak. Rusya ile olan kavgasında Batı’nın elini güçlendiren tek şey, Kremlin’in yeni kralının, Lenin ve haleflerinin aksine, Çarlık Rusyasındaki selefleri gibi Avrupa’ya ve Avrupalılara tutkun olması, bunun yanı sıra Batı’nın kendisini reddetmesinden dolayı büyük endişe duymasıdır. Ayrıca, Rus milyarderlerin çoğunluğu da Londra, Paris, New York gibi önemli başkentlerden uzak kalmak istemiyorlar. Çünkü buralarda milyarlarca dolar yatırımları var. Onlar için Londra ile ilişkileri kesmek, Rusya’dan sürgün yemekten daha sert ve acımasız gelebilir.

Burada tek bir sorunun cevabı kalıyor. Gelecek bir savaşta Sünni kutbun yeri nerede olacak? Hiç şüphesiz, Sünni cephe, çatışmanın dinamiklerinin bir getirisi olarak, tıpkı şu an olduğu gibi savaşta da en büyük kaybeden olacak. Çünkü, bunun için nitelikli olmadığı gibi savaşa dayanacak hiç bir direnci de yok. Iki dünya savaşı esnasında ve sonrasında Balkan ülkelerinin başına gelenler, bu sefer Sünni kutbun başına gelebilir. Yani parçalanmış ve çökmüş devletler, koruma bahanesiyle dış ülkelerin güdümüne girmiş iktidarlar, bu cephenin kaderi olabilir.

Ortadoğu’da Sünni kutbu temsil eden bazı ülkelerin durumu, Endülüs’te lüks ve bolluk içinde hayat sürüp, boş şeyler yüzünden çatışma çıkaran ama kendilerini bekleyen büyük tehlikelerin farkında bile olmayan küçük mezhep devletçiklerinin durumuna benziyor. En iyisinin şimdiki pozisyonu, Abbasi devletinin Mutasım’dan sonraki durumu gibi. Abaasiler, Mutasım’dan sonra, Türkler’in veya İran’ın himayesine girmiş, yahut Memlüklerden oluşan bir orduya sahip olmuş, o da kendi çıkarlarını savunmuştu. Bugün Kuveyt’te de hemen hemen aynı durum söz konusu. Kuveyt, şatafat içinde yaşayan kendi gençlerini ülkenin savunması için hazırlamadığından, dışardan bir korumaya ihtiyaç duyuyor. Doğal olarak yabancı kaynakların destekleriyle gelenlerin de ülke çıkarlarını öncelediği söylemek güçleşiyor.

Böyle bir durumda hareket etmeden önce büyük devletlerin yöntemleri üzerine beklemek gerek. Özellikle de nükleer çalışmaları yüzünden İran’a karşı takınılacak tavır, Türkiye’ye düşmanca yaklaşmak, Suriye meselesinde İran ve Rusya ile karşı karşıya gelmek, Amerika ve Avrupa’ya Mısır siyasetleri yüzünden eleştirmek gibi ciddi yaklaşımlar için çok iyi düşünmek gerek. Çünkü bölgedeki hakim unsurlar, artık tüm isteklerini yerine getirmek için sürekli sorun yaratan küçük bir şımarık çocuk gibi hareket edemeyecek. Şu ana kadar “Hadi gelin Suriye’yi bombalayın!”. “İran’a da baskı yapın”. “Gelin Müslüman Kardeşleri paramparça edin, evlerini yıkın ve bir lokma yemek bile vermeyin!” şeklindeki istekleri belki yerini buldu ama artık tehlike kapıda!

Kaynak:  Kudsü’l Arabi

Dünya Bülteni için çeviren: Tuba Yıldız