"Türk Müslümanlığı veya Türkiye modeli"nin önemli argümanlarından biri de "Türk İslam"ının tasavvufa/gönüle dayandığı, diğer Müslümanların salt zahiri ve fıkhi lafızlara takılıp kaldığı önermesidir.

Bu da hem yanlıştır hem İslam noktai nazarından makbul değildir. Yanlıştır, çünkü tasavvufi hayat Türkiye'ye özgü değildir, aksine tarikatların yasaklanmış olması, kurumlaşmayı ve geleneği zayıflattığından belki de tasavvufun en kötü olduğu ülkelerin başında biz varız. (İslam dünyasındaki tasavvufun yaygınlığı konusu için bkz. Ömar Michael Burke, Sufiler Arasında, Çev. A. Tunç Demirtaş, İnsan Y.) Yazık ki Türkiye'de aydının İslam dünyasına ilişkin dehşet verici derecede bilgisizliği vardır; hem bilmiyor hem de Batılı oryantalistler gözüyle İslam dünyasına bakıyor. Bu açıdan neredeyse bütün bilgi ve kanaatleri derin bir cehalete dayanmaktadır.

Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika'da canlı bir tasavvuf ve tarikat hayatı var. Kahire Hz. Hüseyin Camii'ne gittiğinizde, bir köşede bir tarikatın zikir ayiniyle karşılaşırsınız; hatta son senelerde devlet tasavvufu teşvik etmektedir. Pakistan'daki tarikat hayatı Türkiye'nin kat kat üstündedir. İran'da İslam'ın iki ayağından biri Ca'feri fıkhı, diğeri tasavvuf mirasına dayalı irfandır. İmam Humeyni'nin Gorbaçov'a gönderdiği ünlü mektubunda yeni Rus nesillerine İbn Sina, Sühreverdi, Molla Sadra ve İbn Arabi'yi okutmayı önerdiğini hatırlayalım.

Lafız ve fıkıh olmadan İslam var olamaz. Kur'an ve sünnet nassları lafız, hüküm ve maksatlardan oluşur. Dinî hayatın maddi çerçevesini fıkhi hükümler çizer. İtikat, ibadet, muamelat ve ukubat sıralaması temeldir. İmanı ancak amelle korumak mümkündür, amelin ne olduğunu bize fakihler öğretir. Şairlerden, vecd ve istiğrak hali yaşayan sufilerden alacağımız zevkler vardır, ama onlar bize din öğretemezler. Öğretmenlerimiz fakihler ve müçtehitlerdir. Kaldı ki sufilerin fıkıhsız yaşadığı iddiası bühtandır. Onların takip ettiği sıralama 'şeriat, tarikat, ma'rifet ve hakikat'tir. Muteber ve sahih Alevi kaynaklarında dahi sıralama böyledir. (Bkz. Alevi-Bektaşi Klasikleri, Kitab-ı Cabbar Kulu, haz. Osman Eğri, TDV, İst, 2007, s. 76) Nihayetinde tasavvuf "Batıni fıkıh"tır, yani temel İslami hükümlere göre manevi hayatın yaşanmasıdır. Mevlânâ, "Ben Kur'an'ın bendesi, Muhammed Mustafa (sas)'nın ayak tozuyum. Kim benden bu ikisine aykırı bir söz bulursa atsın." der.

Mevlânâ, Yunus, Hacı Bektaşi, Ahmet Yesevi gibi şahsiyetlerin referans gösterilmesine karşılık Ebu Hanife başta olmak üzere, diğer mezhep imamları, Hasan Basri, Gazali, Kurtubi, Maturidi-Eş'ari, İbn Teymiye, Şatıbi vb. müfessir, muhaddis, kelamcı ve fakihin zikredilmemesi, asıl amacın "Protestanlaştırılmış, postmodern (ne olsa gider), içi boşaltılmış ve sonuç itibarıyla modası geçmekte olan hümanizme hizmet eden bir din inşaı projesi" olduğunu göstermektedir. Sufi zatlar değerli ve seçkin şahsiyetler olmakla beraber, bize bir toplumun gerçek maddi ve toplumsal dinî hayatı için yeterli bilgi malzemesi sunamazlar. Onların da bağlı olduğu fakih imamlar vardır. Mesela İbn Arabi, Maliki idi ve mezhebinin içtihatlarına aşırı derecede bağlılık içindeydi. "Şekil ne ki" diyen muteber tek bir sufi gösterilemez. Ayrıca "Sünnet'te tavsiye edilen meşru mezar ziyaretleri"ni aşan kadim Şaman ve pagan gelenekler ile eski Bizans inanç ve ritüellerin etkisindeki "türbe/yatır ziyaretleri" bu ülke Müslümanlarının övünç vesilesi olamaz.

İnsan bir bütündür, onun parçalara ayrılması şizofreniye yol açar. İslam da 'Büyük İnsanlık'tır ve bir bütündür. Bir kısmını alıp diğer kısımlarını atamayız. İslam, insanın ferdi fikri/ruhi hayatıyla ilgili olduğu kadar maddi ve toplumsal hayatıyla da ilgilidir. Madde ve beden gerçektirler, bu yüzden Meşşailerden farklı olarak haşr-ı cismaniye itikat ederiz. Amelsiz iman olmaz. Bu ülkeye salt tasavvuf veya ruhi hayatla yetinmeyi teklif edenler, ya İslam'ın cahilidirler veya işlerine öyle gelmektedir.

 

 

Kaynak: Zaman