Referandumda yüzde 42 “hayır” diyenlerden ağırlıklı olarak sahil şeridinde toplanmalarının iki özelliğinin öne çıktığını söyleme mümkün görünüyor:
1) Bir tür sınıfsal-zümresel tepki. Özellikle orta sınıfın bu yörelerdeki büyük kısmı zor iktisadi bir süreç içinden geçiyor, hükümete tepki duyuyor.
2) Yaşama biçiminin tehdit altında olduğunu düşünüyor. Bu kesimlerin bu yönde düşünmeleri veya “yaşama biçimlerinin tehdit altında oldukları yönünde bir algıya sahip olmaları” için özel bir program uygulandığını söylemek mümkün.
Belli bir program ve plan çerçevesinde bu yönde düşünceler ve algılar üretiliyor, çünkü yakından dikkatlice baktığımızda şunu görebiliyoruz: Ciddi manada laik kesimlerin yaşama biçimi tehdit altında değildir –münferit olaylar hariç elbette-, asıl yaşama biçimleri tehdit altında olan samimi dindar insanlar.
Söz konusu plan ve programı organize edip yürüten örgütlü bir çevre var. 20 yüzyıl boyunca devletin imkan ve avantajlarını arkasına alarak bürokratik merkezi kontrol etmiş ve halkın değerlerine karşı hep mücadele içinde olmuş olan bu çevre, bir yandan laiklik hassasiyeti yüksek kesimleri korkutmakta, diğer yandan ucu Ergenekonculuğa varan bir ulusalcılığı pompalamaktadır. Dayanağını oluşturan şey ise 1982’den sonra anayasaya girmiş bulunan ‘Atatürk milliyetçiliği’dir.
Fakat düzen değişiyor, bu çevre de birçok boyutuyla eleştirilere açık olsa da, sonuçta temel bazı değişiklikleri gerçekleştirmeye matuf reform teşebbüslerine karşı vargücüyle direniyor.
20 Eylül 2010 tarihli Zaman’da yayınlanan “Sahil şeridinde Kürt nüfusu” adlı yazımda şöyle demiştim: “Bugüne kadar çeşitli avantajlar ve kamusal ayrıcalıklar sayesinde sahip oldukları ‘resmi Türk kimliği’nin sarsıntı geçireceğinden kaygı duyan kesimlerin tepkisine yol açıyor. ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ formülünü kabul edip kolayca ‘resmi Türk kimliği’ni -resmi anayasal Atatürk milliyetçiliğini- benimseyenlerin önemli bir bölümünün etnik köken olarak Türk olmayıp Balkan göçmeni, mübadili veya Kafkas muhaciri olması anlamlıdır.”
Burada kastettiğim “kesimler”in bolk halde Balkan göçmeni, mübadili ve Kafkas muhaciri olmadığı açıktır. Çünkü nihayetinde “kesim” küçük bir grubu ifade eder. O halde kastettiğim özellikle göçmen, mübadil ve muhacir” adını verdiğimiz milyonlarca insanın içinde küçük bir kesimdir. İşte bu “kesimler”in “büyük bir bölümü” İttihat ve Terakki, Cumhuriyet’in kuruluşu, 27 Mayıs ihtilali ve kanlı 12 Eylül darbesiyle elde ettikleri avantajları ve kamusal ayrıcalıkları ellerinden bırakmak istemiyorlar. Kaldı ki kastettiğim kesimlerin neredeyse tamamı, bir yandan Türklüğün etnisite ve ırkçılık anlamına gelmediğini söylüyorlar, öte yandan Türkleştirmek istedikleri kitleleri Müslümanlıklarından uzaklaştırmak üzere otoriter ve emredici politikalar uyguluyorlar. Ellerindeki ideoloji de “ulusalcılık veya milliyetçilik”tir. Etnik milliyetçiliğe dönüştürdükleri resmi milliyetçiliği, sadece bir siyasi bir ideoloji ve resmi program değil, bir inanma, düşünme ve hayat tarzı olarak bütün ülkeye empoze ediyorlar. Bu çerçevede:
a) Dindarlara hayatı zehrettiler;
b) Kürtlerin kimliğini inkar ettiler;
c) Alevileri Sünnilere karşı kışkırttılar, haklarını da vermediler;
d) Gayrı Müslim azınlıkların mallarına mülklerine el koydular, nüfuslarını yüzde 1’lere indirdiler;
e) Türkiye’yi içine kapattılar, Batı’nın eline bakar muhtaç hale getirdiler.
f) İslam ve Osmanlı gibi zengin bir fikri ve siyasi mirastan geliyor olmamıza rağmen, aydınları ve iktidar seçkinlerini kendi marifetiyle kendilerini sömürgeleştiren garbzedeler konumuna soktular.
Bu “kesimler”in ne Müslümanlıkla, Ne Türklükle alakası var. Türklük onların kullandığı bir paravanadır sadece. Türkler ve Türklük adına cinayetler işlediler. Mesela Cemal Paşa Çerkez’di, ama Türklük adına Halep’te bir sabah “Bundan böyle tedrisat Türkçe olacak” deyip ferman ilan etti, itiraz edenleri sokak başlarında sallandırdı. Bu cinayetleri Çerkezlere mi mal edeceğiz? Haşa! Bu sene Abant Platformu’nda verdiği tebliğde Mümtaz’er Türköne’nin dediği gibi “Cumhuriyeti Makedonlar ve Çerkezler kurdu ama ilk yaptıkları iş Türkleri Türkleştirmek oldu.” Türkleri ve diğer etnik gruptan gelen Müslüman kavimleri (Çerkez, Boşnak, Arnavut, Gürcü, Çeçen, Abhaza, Arap, Kürt vs. akla hangi etnik grup olursa) Türkleştirmek demek, Müslümanlıktan çıkarmak, laikleştirmek, ruh, zihin dünyalarını, gündelik hayat pratiklerini dinden arındırmak demekti. Bunu da “laiklik ve resmi milliyetçilik” adına yaptılar, yaparken de kendilerini “en has Türkler” ilan ettiler. Aslında Türklükle ve Müslümanlıkla ilgileri yoktu, onların derdi, toplumun üstünde sömürücü ve tahakkümcü bir güç olarak “Beyaz Türk” olmaktı. Bunların son yüzyıllık tarihimizdeki uluslar arası isimleri “Jön Türkler”dir, zihniyetlerinin kurumsallaştığı model İttihatçılıktır.
İttihatçılık bugün Ergenekon davasında, yüksek yargıdaki kavgada, büyük sermayenin demokratikleşmeye karşı gösterdiği tepkide, medyada sürüyor. İşte bu zihniyet sahil şeridini korkutuyor, Türkleri Kürtlere karşı kışkırtıyor, darbe planları yapmaktan vazgeçmiyor.
1) Elbette Balkanlardan göçmen veya mübadil gelenlerin önemli bölümü Osmanlı Türküdür. Yunanistan ve Blugaristan’ın kuruluşunu izleyen zamanlarda, Balkan savaşlarında yaşanan trajediler sırasında milyonlarca Müslüman, Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı, mallarını mülklerini, doğup büyüdükleri atalarının topraklarını, aziz hatıralarını geride bırakıp ana vatanlarına geldiler.
2) Sözünü ettiğimiz avantajlar ve imtiyazlar, halkla ilgili değil. Öyle olsaydı, bu ülkede yoksul göçmen veya muhacir olmazdı. Karadeniz’de Güneydoğu’dan beter yerler var. Bu avantajları kullananlar kendi soydaşlarının ve hemşehrilerinin de aleyhine olmak üzere kullanmış, diğerleriyle birlikte hemşehrilerine de zulmetmişlerdir. Beyaz Türler, kendi soydaşları ve hemşehrileri olan sıradan Müslüman halka da hayatı dar ettiler.
3) Uyanan Edirne’den Hakkari’ye, Sinop’tan Silifke’ye Anadolu’dur; Türk, Kürt, Arap, Boşnak, Arnavut, Pomak, Çerkez, Çeçen, Gürcü bütün Türkiye’dir; hepsi bu ülkenin şerefli vatandaşlarıdır.
4) Hepimiz bu ülkede “bizi bir araya getiren kutlu bir kubbe” altında kardeşçe ve eşit şartlarda bir arada yaşamak zorundayız. Bu kendini sömürgeleştirenlerin 100 yıllık düzeni değişiyor, değiştikçe de hırçınlaşıp saldırganlaşıyorlar.