Kendi tabii tarihi mecrasından koparılarak değişime zorlanan bizim gibi ülkelerde yaşananlar,  küreselleşmenin, daha doğrusu küreselleşmekte olan kapitalizmin, toplumsal hayata ve ülkelere getirdiği büyük maliyetlerdir. Çoğu zaman yaşadıklarımızın gerçek mahiyetini büyük teoriler, kuramlar içinden anlamaya çalıştığımız zaman, asıl ve fakat basit gerçekleri kaybederiz. İstanbul'un gecekondu semtinde yaşayan sıradan .ir insanı düşünelim: Bu insan için reel durumla ideal durum arasında büyük bir mesafe var; arzu ettiği ve ulaşmak istediği çıta çok yüksek; fakat içinde bulunduğu maddi durum, reelde sahip olduğu gelir, buna ulaşmaya hiçbir şekilde yetmiyor. Ancak televizyonu açtığı andan itibaren onunla tahrik ediliyor ve bu durum, bizzat bireyin kişiliğinde bir parçalanma ve yırtılma meydana getiriyor. Bir bakıma nevrozların ve şizofrenik hastalıkların çokça yayılma sebeplerinden bir tanesi de budur. Mesela bu basit gibi görünen faktör, toplumun çözülmesinde önemli bir sebep sayılabilir, nitekim öyledir de.

Gözden kaçan ve belki tamamen modern topluma özgü başka bir faktör de var. Bu da kurumların -modern toplumda- özerkleşmiş olmasıdır. Devletin çatısı altında toplanmış ve her birisi kendi başına özerk, birden fazla kurum var ve bunların her birisi, bireyden/fertten bir rol talep ediyor. Bir insan günde 10–15 tane rol oynamak zorunda; akşam evine, "özel" hayatına döndüğü zaman mistifikasyonlara (karşısındakini üzmemek veya hoş karşılanmayacağı umulan düşünceleri açığa vurmamak amacıyla, tek taraflı veya karşılıklı olarak gerçek duygu ve düşüncelerin bilinçli olarak saklandığı iletişimsizlik durumu ) uğrayan parçalanmış bir kişilik var. Kişi kendini ya alkole ya uyuşturucuya ya da internete vuruyor. İnternet ve televizyon bir kaçış alanı oldu; insanlar sanal bir dünyada mutlu olmaya, rahatlamaya çalışıyor. Öte yandan heretik bir takım inançların peşine düşenler de var. Ne oluğu belirsiz bir takım gurular, mesihler, mehdiler, kurtarıcılar buluyorlar ve bunlardan etkileniyorlar. Eskiden geleneksel toplumda oturmuş ahlaki normlar, hukukun kuralları, gelenekler ve sosyal kontrol mekanizmaları vardı ve bunlar insanları bir arada tutuyordu. İnsanlar birbiriyle ihtilafa düştüğü zaman, araya hakemler ( sevilip sayılan büyükler ) girer ve mahkemeye gitmeden olayı düzeltirlerdi. Şimdi bir kuralsızlık ve normsuzluk söz konusu. Bu, ister istemez güce tapınmayı ve güç fetişizmini meydana getiriyor. Böylece mahalle kabadayıları, mafya liderleri o boşluğu dolduruyor ve bunlar insanların rol modelleri oluyor.

"Mahalle baskı" var diye tarihten gelen ve gelenek tarafından süzülerek toplumsal hayatı bir arada tutan bilumum değer yargıları yıpratılıyor. Halbuki temel hakları yok etmeye yönelmedikçe mahalle, aile veya baba baskısı gereklidir. Baskının olmadığı yerlerde çözülme başlar.

Aslında herkes kendi ölçeğinde küçük bir emperyalisttir. Şöyle ki, bir insan kuyrukta sırasına riayet etmiyorsa bir başkasının hakkını ihlal ediyor demektir. Eski Sparta kanunları ve ahlakı, şuanda modern toplumda geçerli olmaya başladı; hırsızlık veya gayrimeşru işler yap, yakalanmadığın sürece meşrudur. Çünkü artık, Dostoyevski'nin dediği gibi, eğer Tanrı yoksa  her şey mubahtır.

Günümüzde magazin ve pop kültürü hâkim bir vaziyette. Bu durum insanlarda entelektüel bir sığlığa sebep oluyor. İnsanlar artık ne derinlemesine düşünüyor ne tefekkür ediyor ne de teemmül ediyor; bütün zihinler sığlaşmış vaziyette. Televizyon ve medya tek kültür taşıyıcı haline geldikçe, beşeriyetin zihni 12 yaş seviyesine iniyor; çünkü televizyonun dili 12 yaş zekâ seviyesidir. Tabii bu sığlıktaki insanları yönetmek ve determine etmek çok kolay oluyor. Aslında insan, farkında değildir ama bu amorf toplum içerisinde bir sosyal kukla gibidir; yönlendiriliyor, determine ediliyor.

2000 yılına kadar Türkiye'de  " İslamiyet "  toplumu kontrol ediyordu. İslamiyet onun referans çerçevesi, ümidi ve aynı  zamanda bir mücadele aracıydı. Dini cemaatler, siyasi, sosyal ve kültürel hareketler, dernekler, vakıflar vs. dışardan gelen göçmenleri şehre yerleştiriyor ve onları rehabilite ediyorlardı.

Şehire geldiğinde muhaciri karşılayan bir din vardı. Din, ona, kendi tarih ve geleneğinden hareketle bir örgütlenme modeli sunuyordu. Kütahya'dan, Uşak'tan, Trabzon'dan, Tekirdağ'dan, Hakkâri'den, Van'dan insanlar büyük şehirlere gelmiş ve birlikte yaşamaya başlamışlardır. Oysa eskiden bunlar birbirlerini çok nadir görürlerdi, hatta göremezlerdi. Eskiden bunları ya hemşehri dernekleri, dini cemaatler ya da İslami hareketler bir arada tutuyordu. Bizim toplumumuz 50, 70 ve 90'larda üç büyük göç dalgası geçirdi. Bu göç dalgalarında İslami hareketler göç eden insanları rehabilite etti. Gelgelelim 2000 yılından itibaren din, Türkiye'de referans olmaktan çıkarıldı, siyasette kendini ifade edemez hale geldi ve sosyal hayatta baskı altına alındı. Keza 28 Şubat post-modern darbesiyle, İslami hareketlerin içinde yer alan önemli aktörler, kendi geleneklerini ve İslami miraslarını bir anda reddettiler. Türkiye'de nüfusun % 65'i varoşlarda ve gecekondularda yaşıyor. 2000 yılından evvel buralarda din hâkimdi. Din, bunları topluyor ve teskin ediyordu. Bir Amerikalı çok ilginç bir araştırma yapmış ve araştırmasında Türkiye ve İslam dünyasındaki gecekondularla Latin Amerika'daki gecekonduları mukayese etmiş. Latin Amerika'daki gecekondularda,  kaos var, pislik var, suç oranları çok yüksek; fakat İstanbul'daki gecekondularda bir düzen var, bir kozmos var, bir terbiye var. İşte bu İslamiyet'in getirisiydi.

Din, Türkiye'de referans olmaktan çıkıp itibardan düşürülünce, şiddete eğilimli, aile içi şiddete başvuran, intihar eden, cinnet geçiren, televizyonda seyrettiğine ulaşmak isteyen, kural tanımayan, lümpen  bir yeni nüfus ortaya çıktı. Ve bu bilinçli bir şekilde yapıldı. Şimdi din kalmayınca, bir kimlik ifade edilemeyince, koruyamayınca, insanları toparlayamayınca, bunun yeni bir şeyle ikame edilmesi gerekti.

Belirtmek gerekir ki, toplumda muhafazakarlığın yayılması dini hayatın sahih bir mecrada yaşanması demek değildir. Hayır bu yanıltıcıdır. Muhafazakarlık sahih dini öldürüyor. Muhafazakarlık geliştikçe dini hayat geriliyor, sönüyor. Ve elbette tabiat boşluk kabul etmediği için, dinin boşalttığı alanı bir şeyler doldurmak isteyecektir.

Şimdilerde bu milliyetçilik olarak ifade ediliyor. Ama şu bir gerçek ki, bu bizim bildiğimiz Türk milliyetçiliği değildir, siyasi ve kültürel milliyetçilik değildir. Bu çok başka ve tehlikeli bir şeydir. Şehirler şuanda serseri mayınlarla dolu, şiddet yüklü mekanlar halini aldı. Güvenliğin kalmadığı, insanların anlam kaybına uğradığı, hiçbir şeyle tatmin olmadığı, kimsenin kimseye tahammül etmediği bir kent hayatına doğru gidiyoruz. Toplum çözülürken, kentler nasıl güvenli kalabilir ki!