Polonya, 2004’te AB’ye bir tür eve dönüş hissiyatıyla katıldı. Asırlar boyu jeopolitik bir vahşilik içinde yaşamış, bağımsızlığını defalarca kaybetmiş ve ancak geçici olarak geri kazanabilmişti. Polonya cuma günü AB’nin dönem başkanlığını devraldığında, ülke nihayet kendi kendisiyle buluştu.

AB başkanlığı Lizbon Anlaşması öncesine nazaran daha önemsiz, zira anlaşma Avrupa Parlamentosu’nun yetkilerini arttırdı ve bir başkanlık konseyi oluşturdu. Başkanlık, yeni üye ülkeler için bir lojistik sınavı düzeyine indi. Ancak biraz olsun gündem belirleme gücü de varlığını sürdürüyor ve Varşova, tam da bu gücü kullanmaya uygun.

Hiçbir ülke kaba gücün gerçeklikleri karşısında, tarihin Polonya’yı mecbur ettiği kadar tetikte değildir. Bununla birlikte pek az ülkede siyasi idealizmin ateşi, Polonya’daki kadar parlak yanar. Geçmiş duygusu, Polonyalıların iliklerine kadar işlemiştir ve bu bazen felç edici oluyor: AB üyeliğinin ilk birkaç yılı, o dönem iktidarda olan Hukuk ve Adalet Partisi’nin paranoyasıyla maluldü. Ancak bugün bu tarih bilinci, merkez sağ Sivil Platform hükümetinin AB’nin kurucu değerlerini heyecanla savunmasını sağlıyor.

Avrupa’yı canlandırmak

Polonya Başbakanı Donald Tusk, Financial Times’a verdiği röportajda şunları söylüyor: “En önemli görev, AB’nin gerçekten zahmete değer bir çaba olduğuna duyulan güveni yeniden inşa etmek.” Tusk haklı. Yunan borç krizi, ortak çıkar bilincini koruyacak tarzda ele alınmıyor. Avrupa’nın lime lime dayanışmasını Schengen anlaşmasına yönelik tepkide ve Balkanlar’daki genişleme yorgunluğunda görmek mümkün.
Bu, Polonya’nın kendi çıkarları için ayağa kalkmadığı anlamına gelmiyor. Daha sıkı karbon salınımı kesintilerine veya faydalandığı AB harcamalarına karşı mücadelesinde sergilediği inadın bir benzerini bulmak zor.>>>DEVAMI<<<