'La Boheme' adlı eser için 1963 yılında Türkiye'ye gelen efsane tenor Luciano Pavarotti ile birlikte sahneye çıkan İsmet Kurt, Pavarotti'nin ancak, sadece bir kez sahneye çıkarıldığını, kendisine Türkiye'de ekmek olmadığını anlayan İtalyan sanatçının bir-iki gün içinde bavulunu toplayıp ülkesine döndüğünü söylüyor. 2007 eylül ayının başlarında hayatını kaybeden Pavarotti, sahneye çıkmak için Türkiye'ye geldiğinde 28 yaşında imiş. 'La Boheme' adlı oyunda başrol Rodolfo için sahneye birinci kast olarak sanatçı İsmet Kurt, ikinci kast olarak Rıdvan Yücel ve üçüncü kast için de Pavarotti seçilmiş. İsmet Kurt, sonraları dünya çapında ünlü tenor olan Pavarotti'nin hem genç hem tecrübesiz olduğunu, bu yüzden önemsenmediğini söylüyor. İsmet Kurt 16 kez sahneye çıkarılmış, Pavarotti sadece bir defa:
"Çok genç ve tecrübesizdi. Kimse onu önemsemedi. Şimdi bana sorarsanız dünyanın en büyük tenörü o. Pavarotti, bir temsil yaptı 3. gün onu gönderdiler. Hayatının ilk operasını yapıyordu. Türkiye'ye gelişi ve gidişi anlaşılmadı bile" diyor. "İnsanların Avrupa'da daha çabuk keşfedildiğini" ifade eden İsmet Kurt, Pavarotti bir Avrupalıydı, kendi ülkesinde daha çabuk keşfedildi. Bence dünyanın gelmiş geçmiş en büyük tenorü. Tekniği çok güzeldi, en zor operaları gayet rahatlıkla yapıyordu. Kişiliği çok iyiydi, çok mütevazı bir insandı. Pavarotti'nin yaptıklarını kimse yapamaz." (Yeni Şafak, 8 Eylül 2007).
Kurt'un anlattıklarından benim anladığım şu: İleride dünyanın en büyük tenorü olacak bir kişi, ayağınıza geliyor, siz potansiyel yeteneklerinin farkına bile varamıyorsunuz. Bu sizin, bir sanatçının yeteneklerini sergileyeceği sanat dalı konusunda kayda değer bir birikiminiz olmadığı anlamına gelir. Buna rağmen bir şekilde söz konusu sanatla ilgili gibi görünüyorsanız, bu tamamen dışarıdan, eğreti ve bir öykünme olayından öte bir şey değildir. Asli olarak tenor ile hiçbir bağınız yoktur. Bu normaldir de. Çünkü sizin sanat/müzik geçmişinizde böyle bir müzik türü yoktur.
Yegane varoluşsal kaygısı Batılılaşmış görüntü vermek olan iktidar elitleri için müziğin veya sanatın zevk veya muhteva tarafı ikincil önemdedir.
Pavoretti'ye "geçmez puan" verip onu memleketine postalayanlar, devlet düzeyinde çokça önem verdikleri balede de benzer trajik-komik duruma düşmüşlerdir. İşte çarpıcı bir hikaye daha:
"Chinko Refik (62), dünyanın önde gelen baletlerinden ve bale hocalarından biri. Annesi İngiliz, babası Pakistanlı olan Müslüman asıllı Refik (Seyid Usame), İngiliz Kraliyet Akademisi'nden mezun olduktan sonra başta Rusya'nın ünlü Bolşoy Balesi olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde dersler verdi. 1993 yılında İngiliz Kraliyet Akademisi'nde bale eğitimi veren Chinko Refik, Türkiye'den çalışma teklifi aldı. Özel sebeplerle ancak 10 yıl sonra davet aldığı Türkiye'ye gelebildi. İlk görüşme için İstanbul'daki Atatürk Kültür Merkezi'ne geldi. Merkez müdürüyle 'selamünaleyküm' diyerek diyaloga geçmek isteyince de kendisini şok eden bir tepkiyle karşılaştı: "Selamünaleyküm Türkçe değil, Arapçadır. Burası bir Arap ülkesi değil." Bu sözler üzerine, "Neden aleykümselam?" demiyorsunuz diye soran ünlü balet, daha sonra yaşananları şöyle anlatıyor: "Türkiye'nin Müslümanların yaşadığı bir ülke, kendimin de Müslüman olduğumu söyledim. Efsane balet Rudolf Nurayev'in yakın arkadaşı olduğumu, kendimin de önemli bir balet olduğumu anlattım. Türk balesine büyük katkılar sağlayabileceğimi söyledim. Ama bu diyalogdan sonra beni bir daha aramadılar." (Zaman, 7 Ağustos 2009).
II. Mahmut'tan beri diğer alanlarda olduğu gibi müzikte de yüzünü Batı'ya çeviren Osmanlı-Türk iktidar eliti, müziği formel olarak transfer edilebilecek bir unsur olarak görür. Ruhen iştirak etmediği bir sanatın zevk tarafı onun için ikincil önemde bir şey. Hatta Batılılaşmak isteyen, ama hakikatte hiçbir zaman bunu başaramayan bu ucube zümrenin gözünde sanat ve müzik, kılık kıyafet gibi kolayca "edinebileceğiniz bir nesne". Batılı sayılabilmenin göstergelerinden biri müzik ise, tını olarak kendisine hiçbir çağrışımda bulunmayan, ruhen zevk vermeyen bir müziği nesneleştirerek alır, abartılı vurgularla kullanır, anladığını, dinlerken zevk aldığını bağırarak anlatır. Gerçekte Türk iktidar elitinin Batı müziğinden aldığı zevk, sosyeteden sayılsın diye, kendi özel hayatında kuru fasulye, lahmacun, kebap ve dolma yemekten zevk sonradan görme zenginlerin seçkin Japon lokantalarında çiğ balık (suşi) yemelerine benzer.
"Moda mutfak"tan ne kadar iyi anladığını belli etmek için çiğ balığı çiğnemeden yutmaya çalışır, büyük zorluklar çeker, içinden de bir yandan "Kim bu yemeği icat etmişse.." diye başlar saymaya, diğer yandan zihninden Urfa usulü patlıcanlı kebap, Antep usulü lahmacun, Mardin usulü etli dolma geçirir.
Geçen hafta turneye çıkarken yolu İstanbul'a düşen 74 yaşındaki Kanadalı şarkıcı Leonard Cohen 'in koşarak konserine gidenlerin eminim ezici çoğunluğu suşi yemek üzere "mecburiyetten" yemek masasına oturanlar gibidir. Mali zorluklar içinde olmasaydı İstanbul'da şarkı söyleyeceğine bir Budist tapınağına gidip dua etmeyi düşünen Cohen, seyredenleri coşturdu. Gazetelerde hakkında çıkan yazıları okuyunca kendi kendime gülüp şöyle dedim: "Cohen de Pavarotti gibi 40 sene önce Türkiye'ye gelip sahne almak isteseydi, onu dinleyen jüri ilk seansta memleketine postalayacaktı." Bunlar pisuvarda bevletmeyi "çağdaşlık/modernlik" sayanlarla aynı familyadan kimselerdir.