Büyük Fransız tarihçisi Fernand Braudel (1985-1902), 'II. Felipe Dönemi'nde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası' adlı kitabında, Akdeniz'in kıyısındaki toplumların, farklı dinlere ve ırklara ait olsalar da derinlerde aynı uygarlığa ait olduklarını ortaya koyuyor.

Braudel'in teorisini biraz daha genişletirsek, "Akdeniz dünyası, -jeopolitik mantıkla- siyasi ve stratejik alanda birdir." diyebiliriz.

Akdeniz olgusu başladıktan sonra doğan Arap baharı, Akdeniz ülkelerinin (Tunus, Libya, Mısır, Suriye) dışına çıkmadı. Başlangıçta bu bahara kapılan Fas'ta da devrim sinyalleri alınınca, Akdeniz ülkeleri acilen koruyucu tedbirler alarak devrimi önledi. Ayaklanmaların yaşandığı bir diğer ülke olan ve Arap yarımadasına düşen Yemen ise, Mısır'ın çalkantılı siyasi sürecinden oldukça etkileniyor. Bu bağlamda Arap baharının esintilerinin Akdeniz ülkelerinde dolaştığını söylemek mümkün.

Ne var ki, Avrupa'nın seçkin siyasetinin, geçtiğimiz yıllar boyunca bu jeopolitik denkleme uygun hareket etmediği gözler önünde. Arap baharının, halkların özgürlüğü ve haysiyet hakları olduğunu anlamayan Avrupalıların, Arap liderlerle yaptıkları işbirliğini, insani bir mantıkla yürüttüğü söylenemez.

Ne siyasi ne de stratejik mantıklarıyla Akdeniz dünyasının birliğini idrak edemeyen Avrupalılar, komşunun evinde çıkan yangını engellemek istemedi.

Ancak seçkin Avrupa ülkeleri, Amerika ve Rusya'nın izinden yürüyerek Arap toplumunu elinde tutmak için iğrenç sömürü mantığını devreye soktu. Kölelik boyunduruğu içine almak istediği Arap baharı ülkeleriyle işbirliği yaptı.

Tarihi boyunca siyasi sömürü zihniyetiyle hareket eden Avrupalılar, diktatör liderler tarafından yönetilen ve dünyanın gözü önünde ezilen Arap halklarını sömürge mirasını korumanın yolu olarak gördü.

Ancak kanlı Paris saldırısı, kuzey kıyı sakinlerine iki önemli şeyi hatırlattı: Birincisi, Akdeniz'in iki kıyısındaki ayrılık döneminin sona erdiği. Ya iki kıyının halkı da özgürce ve onuruyla yaşıyor, ya da birlikte kan denizinde boğuluyorlar. İkincisi ise, siyasi sömürgecilik döneminin geride kaldığı.

Ve batının siyaseti, diktatörleri korumak ve halk devrimlerini toprağa gömen ahmak bir politika üzere kuruldu. Mülteci dalgalanmalarının yaşandığı Paris saldırısının Avrupalılara hatırlattığı bu iki gerçeğe rağmen, Avrupalılar -görünüşe göre- Amerika ve İsrail'in mantığını ile hareket etmeye devam ediyor.

Avrupalılar, güney kesimde süregelen tarihi olaylarda kendi görüşünü ortaya koymak bir yana, (Amerika ve İsrail'in mantığı ile), Arap bölgesinde insanların, dindarlığın ve paranın fazla olduğunu ve bu fazlalığın onlara bağımsızlık gücü vermeden önce içten tüketilmesi gerektiğini düşünüyor. Bu bakış açısına göre, Arap toplumlarındaki fazlalığı tüketmenin en etkili iyi yolu, Arap halk devrimlerini, ne galibi ne de mağlubu olmayan kanlı bir güreşe çevirmek. Ancak Avrupalıların unuttuğu bir şey var, kendileri de tarihçi Braudel'in bahsettiği Akdeniz dünyasına mensuplar. Bu bağlamda, coğrafi kaderleri gereği daha akıllıca bir politika seyretmeleri gerekiyor.

Ancak Avrupa, kıtalararası bir ayrılığa rağmen bölgeden oldukça uzaktaki Amerika'nın siyasi yolunu takip ediyor. Özellikle Paris saldırısından sonra pekte iyimser bir politika yürütmeyen Fransa, ilk takip eden ülkeler arasında geliyor. Saldırının ardından konuşma yapan Fransa Cumhurbaşkanı Hollande'ın konuşması için, 11 Eylül saldırısı sonrası ABD başkanı George Bush'un yaptığı konuşmanın neredeyse Fransızcaya tercüme edilmiş hali olduğu söylenebilir.

Saldırıda, Fransa devlet düzeninin hedef alındığını, çünkü Fransa'nın "özgür bir ülke" olduğunu söyleyen Hollanda, "onlar bizim yaptıklarımızdan dolayı saldırmadı, bilakis bizim için saldırdı" dedi. Bu cümleler, Bush'un 11 Eylül saldırısı sonrası konuşmalarının harfiyen tercümesidir. Hollande'ın bu beylik konuşmaları ve hava ve askeri güç gösterisi, dönemin ABD savunma bakanı Rumsfeld'in 11 Eylül saldırıları sonrası sözlerini hatırlatıyor. Tüm bunlar, Avrupalı liderlerin siyasi bilgelik ve stratejik anlamda Amerikalı liderlerden önde olmadığını gözler önüne seriyor. Hatta öyle görünüyor ki, seçkin Avrupa politikası, 2001 saldırısı ve 2015 saldırısı arasında geçen 14 yıl boyunca pekte bir şey öğrenmemiş.

Avrupa ve Amerika, köklü Paris saldırısını ve köklü devlet düzenlemesi olgusunu "nezih cehaletlerinden" dolayı yaşamadılar. Bilakis "kasıtlı cehaletlerinden" yani sömürgeci politikalarına dört elle sarılmalarından dolayı yaşadılar.

Türkiye ise, Avrupa ve Amerika'nın Suriye'deki açık katliamı durdurma çağrısına karışmadı. Basit sembolik bir iş bile olsa, 70 km boyunca ve 50 km derinliğinde güvenli bölge ilanı ile birkaç uçaksavar füze ile isyancılara yardım etti.

Avrupalıların unuttuğu bir diğer unsur ise, bu bölgenin siyasi ve askeri sömürü geçmişinin oldukça uzun olduğu, yaraları kolay iyileşmeyeceği ve hafızalarından da asla silinmeyeceğidir.

Suriye için demokrasi çığırtkanlığı yapan Fransızlar, 90'larda Cezayir'in demokrasisini diri diri toprağa gömdüklerini unutmuş gibiler. Yeni doğmuş bir çocuğa döndürdükleri Cezayir siyaseti, o dönem yaşanan kanlı katliamların önünü açmıştı. İşte bu, Amerika ve Avrupa'nın bugün Arap baharı ülkeleri üzerinde yürüttükleri politikanın aynısıdır. Amerika, Mısır darbecisi Sisi ve Mısır gençliğinin hayallerine suikast düzenleyerek güpegündüz binlerce kişinin öldürüldüğü kanlı darbeyle ilgili gözler önünde olan kirli işbirliğini gizli tuttuğunu zannediyor.

Bu kirli işbirliği, Fransa'nın Cezayir'de yapılan kanlı darbe ile olan işbirliği ile aynı. Bu darbe de 10 yıl boyunca devam eden iç savaşı bitirmiş ve yaklaşık çeyrek milyon Cezayirli öldürülmüştü. Fransa ve Cezayirli generaller aynı şekilde anlaşmıştı.

Fransız oryantalist Maxime Rodinson'un, yarım asrı aşkın bir süre önce yazdığı kitapta, şu ifadeler yer alıyor; "Batı, doğu'nun İslam'ını kendi görmek istediği şekilde görüyor" bu sözden şu sonucu çıkarmak mümkün; Batı doğu'daki Müslümanların sesini, kendi duymak istediği şeyler dışında duymuyor. Batılılar, kendi yaptıkları saldırılara ve despotik baskıcı siyasilere verdikleri desteklere hiç değinmeden, batıya düzenlenen saldırıların kınanmasını duymak istiyor ve özgürlük isteyen halkların ümitlerini toprağa gömüyor. Bu tüm bu olan olayların ve olacak saldırıların sebebini ortaya koyuyor.

Her olayın bağlamı önemini açıklar, olayı savunurken yapılanlar da yaşananları anlamayı sağlar. 11 Eylül saldırılarının arkasında da, Paris saldırısının arkasında olduğu gibi savunma eylemleri olduğu açık bir gerçek. Bir diğer açık olan gerçek ise, Türkiye ve Arap dünyasının kaderini Avrupa'ya bağlayan tarih ve coğrafyadan kaçmak, bugünden sonra Avrupalılara hiçbir fayda sağlamayacağıdır.

Batılıların diktatörleri yaşatmaya yönelik devlet düzeni, Arap devrimlerinin meyvelerinden vermiyor. Bu diktatörler, batı siyasetinin gölgesinde ahmak Arap rejimlerine liderlik yapıyor. Ne var ki bu rejimlere karşı başlatılan devrim hareketleri, Arap gençlerinin insani barışçıl duygularını ve idealist yapılarını dünyanın gözü önüne serdi. Tunus'un Burgiba caddesinde, Kahire'nin Tahrir meydanında, Yemen ve Şam'ın caddelerinde yapılan gösterilerde, gençlerin devrim umutlarına karşı düzenlenen suikastlar, kendi kanlarında boğulmalarını sağladı. Dünya ise, bunları şaşkınlıkla izledi.

Bunun üzerine fırsatçı devlet düzenlemesine dayalı politika yürüten batılı devletler, halkların devriminde kan kaybettirme, devrimin imajını lekeleme ve kartları karıştırma operasyonları düzenledi. Örgütlerinin son dönemde dünya çapında fenomen haline gelmesi, batının fırsatçı politikasının bedelini er ya da geç ödeyeceğini ortaya çıkarıyor.

Amerikan Rand düşünce kuruluşundan terör uzmanı BruceHoffman, batı fırsatçılığının devlet düzenlemesi ile işbirliği içinde olduğunu vurgulayarak şu ifadeleri kullandı "Yerel devlet düzenlemesi bahsi, batıda hakim olan hüsnü arzusunun bir parçasıdır." (New York Times – 14.11.2015)

Hoffman'ın kullandığı "hüsnü arzu" tabiri, Amerikalı ve Avrupalı seçkinlerin kanlı bir devrimin parçası olan devlet kurma işinde, arzularının kölesi olduklarını ortaya koyuyor. Siyasi zorbalıktan ve sömürüden özgürlük arayışına giden Arap halklarının devrimleri deniz aşırı gelerek zorba diktatörlerle işbirliği içine giren batılılar tarafından sekteye uğratıldı. Ardından bu kirli siyasetin kıvılcımlarının Fransa'nın başkenti Paris'e sıçraması elit Avrupalıları şaşkınlığa uğrattı.

Ardından Araplar, Avrupalılara lisanı halleriyle şu çağrıda bulundu "ister Halep ve Rakka olsun, ister Brüksel ve Paris, Akdeniz'in iki yakasındaki masum kıyımlarını durdurun."

Ancak samimiyetten uzak dostluklar kuran baskıcı Arap yöneticileri, Avrupa’da öldürülenlere gözyaşı dökerken içten içe mutlu oluyorlar. Çünkü Arap liderler terörizmle besleniyor. Batı ise bu Arap liderlerin halklarına uyguladığı baskı ve zorbalıkların suç ortağıdır. Özgürlük için mücadele eden vatandaşlarını öldüren bu Arap diktatörler, silah ve güvenlik desteği aldıkları batının siyasetinin gölgesi altında politika yürütüyor.

Muhakkak ki artık ortak Akdeniz dünyasında Avrupalıları düşünmenin vakti geldi. Avrupa'nın kaderi batı ve güney kıyılarında, her zamankinden daha çok Arap toplumlarının kaderine bağlantılı hale geldi. Tıpkı kuzey doğu kıyısında Türk halkının kaderine bağlı olduğu gibi. Peki Avrupalı seçkinler, Arap baharının Akdeniz olgusu olduğun çok geç olmadan anlayacaklar mı? Yoksa Avrupa'nın diğer parlak başkentlerini mum ışığına ve gözyaşı başkentine dönüştürene kadar bencil siyasetlerine ve sömürge zihniyetine devam mı edecek?

Dünya Bülteni için tercüme eden: Merve Soydaş Gök