Tekfir ve Teşhire Sapmadan Hasan Turabi'nin Görüşlerini Tartışmak - (1)

 


Hasan Turabi'nin son yıllarda Arap medyasına yaptığı açıklamalarda dile getirdiği görüşler, tepki fırtınası estirmeye devam ediyor. Bu görüşler etrafında yapılan tartışmaları incelediğimde, tartışmalara -bir ölçüde- şu özelliklerin hâkim olduğunu görüyorum: Yapılan nakillerde (alıntılarda) kolaycılık; hüküm vermede acelecilik; niyetleri sorgulamak (itham etmek); araştırma ve tahkikte yetersizlik; fer'î meseleleri itikâdî meseleler gibi ele almak; nassları zâhirci ve parçacı bir mantıkla yorumlamak; şahsî ve siyasî arzuları, şer'î görüşlerle karıştırmak.

 

Bu yazıda, -İslâm mirası çerçevesinde- Turabi'nin tartışmalara yol açan görüşlerinin büyük bir kısmına ilişkin düşüncelerimizi dile getireceğiz. Böylece Turabi'nin görüşleri etrafında yapılan tartışmaların tekfir ve teşhir üslubundan çıkarak, bilimsel diyalog seviyesine yükselmesini ümit ediyoruz. Şahsen ben, hem Turabi'nin, hem de ilim ehlinden olan muhaliflerinin ümmete fayda sağlayacak böyle bir diyalogu yürütecek birikime sahip olduklarından en ufak bir şüphe duymuyorum. Yeter ki ilmî ciddiyete sahip olunsun ve niyetler sadece âlemlerin Rabbi Allah'a halis kılınsın.

 

Turabi'nin dile getirdiği görüşleri öğrenmem, bende kafa karışıklığına ve yanlış anlamalara yol açmadı. Zaten "Sudan'daki İslâmî Hareket: Hareket'in Stratejik ve Teşkilatlanma Görüşüne Giriş" isimli kitabımın önsözünde, Turabi'nin yazılarında görülen "fikirler ve kavramlarda soyutlama" özelliğine dikkat çekmiş ve şu hususa vurgu yapmıştım: "Arap diline çok sağlam bir şekilde hâkim olmayan, felsefeye ve usule ilişkin kavramlara aşinalığı bulunmayan İslâmî uyanış gençlerinin, Turabi'nin bütün yazdıklarını, derinliğiyle kavrayıp anlamaları kolay değildir. Çünkü bu yazılar Hegel'in felsefî soyutlamaları ile eş-Şatıbi'nin usulî dilini birleştiriyor. 

 

Burada şu açıklamayı yapmak yerinde olacaktır; bu değerlendirmelerin amacı Turabi'nin şahsını savunmak değildir. Ben -Allah'ın lütfu ile- şahısların konumundan ziyade (ki buna Allah onlardan razı olsun Sahabeyi Kirâm da dâhildir), ilkelerin üstünlüğüne ve önceliğine inananlardanım. "Sahabe Arasındaki Siyasi Anlaşmazlıklar: Şahısların Konumu ve İlkelerin Üstünlüğü Hakkında Risale" ismini taşıyan kitabım, bu hususu sağlamlaştırmaya yönelik bir çalışmadır.

 

Yine burada şu hususu vurgulamak da yerinde olacaktır: Şimdiye kadar Hasan Turabi ile hiç karşılaşmadım ve Sudan'ın güzel topraklarına da hiç ayak basmadım. Turabi'nin kendi ülkesinde ve uluslararası arenada büyük siyasî cazibeye sahip olduğu günlerde hiçbir kongresine katılmadım. Bu kapsamda düzenlemiş olduğu "Arap ve İslâm Halkları Kongresi"ne de iştirak etmedim. Şu anda Turabi -geçmişte taraftar kazanmasını sağlayan- siyasî parıltısının çoğunu kaybetmiş durumda ve artık -halk arasında söylendiği gibi- "alevinden (zararından) korkulan ve altınları (mükâfatları) umulan" biri değildir.

 

Dolayısıyla benim Turabi ile, kendisi hakkındaki veya tepkilere yol açan görüşleri hakkındaki düşüncelerime olumlu veya olumsuz yönde etki edecek kişisel veya siyasî ilişkilerim yoktur. Ben sadece İslâmî hareketlerin deneyimleriyle ve onların liderlerinin ve âlimlerinin fikirleriyle ilgilenen bir ilim taliplisiyim. Sudan'daki İslâmî hareketin deneyimlerini araştırıyor olmam beni, Turabi'nin fıkhını yakından takip etmeye ve genel fikrî görüşü çerçevesinde sözlerindeki üslubu araştırmaya sevk etti.

 

Özetle burada yapacağımız değerlendirmelerin amacı, bazılarının çok kalay yaptığı tekfir ve teşhir hastalığını uzaklaştırmak; şer'î meselelerin acelecilikten uzak bir şekilde ve ciddiyetle ele alınmasını teşvik etmek; ilim ve adalet metoduna geri dönüp, ilim ehli hakkında hüsnü zanda bulunmayı hatırlatmaktır. Evet, bilinen nakillerden ve anlayışlardan çok farklı şeyler söylüyor olsalar da, ilim ehline hüsnü zanda bulunmak esastır. Tıpkı Endülüslü fakih Ebu Bekir bin Asım'ın "Mürteka'l-Vusul" isimli eserinde şu beyitle yaptığı tavsiye gibi:

 

           Hüküm problemlerinde vaciptir - İlim ehline hüsnü zan etmemiz

 

Yüce Allah'tan, yapacağımız bu değerlendirmelerde -ortaya atılan meselelerdekinden çok daha- derin düşünebilmem, kolaycılıktan ve acelecilikten uzak durmam için yardım diliyorum. Aynı şekilde ilim ve adalet ehlinin de bu değerlendirmeler hakkında aceleci davranmamasını diliyorum. Çünkü bu meselelerde ümmete fayda verecek şeyleri onlar ortaya koyabilir.

 

Evet, açık ve kusur arayanlara, kolaylıkla tevhid ehlini tekfir edenlere, onların sapık ve bidat ehli olduğunu söyleyenlere açık kapı bırakmak yerine, ilim ve adalet ehlinden beklenen, ümmete fayda verecek şeyleri yapmaktır. İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni (Allah ona rahmet etsin) ne güzel söylemiş: "Eğer insanları tekfir etmeyi, onların bidat ve sapıklık ehli olduğun söylemeyi gerektiren şeyleri ayrıntılı bir şekilde açıklayın denirse, biz de deriz ki: Bu tamah edilemeyecek bir arzudur; bu, idrak edilemeyecek (sonuna ulaşılamayacak) sarp bir yoldur."[1]

 

*****

 

Hasan Turabi'ye nispet edilen ve bu noktada eleştirilip reddedilen itikâdî ve fıkhî meselelerin büyük bir kısmında ona haksızlık edildiğini veya yanlış anlama neticesinde bu sonuca varıldığını gördüm. Bu meseleler şunlardır: 1-Hulul (içiçe girmek / bütünleşmek) suretiyle Allah'ın zâtında yok olmak (fenâ fî zâtillah). 2- Ehl-i kitabın imanlı olduğu. 3-Mürtetliği (dinden dönmeyi) ve hamrı (içkiyi) mübah görmek. 4- Örtünmenin gerekli olmadığı..

 

Şimdi kısaca bu meseleleri arz edelim.

 

 

Fenâ fi Zâti'llah (Allah'ın Zâtında Yok Olmak)

 

 

Hem geçmişte hem de günümüzde doğru yoldan sapan bazı mutasavvıflar ve felsefeciler, "hulul suretiyle Allah'ın zâtında yok olmak (fenâ fî zâtillah)" sözünü söylemektedirler. Ancak -sürekli ve uzun incelemelerime rağmen- Turabi'nin eserlerinin hiçbir yerinde "fenâ fillah" (Allah'ta yok olmak) veya "fenâ fî zâtillah" (Allah'ın zâtında yok olmak) kavramının kullanıldığını görmedim.

 

 Sadece "fenâ fî sebilillah" (Allah'ın yolunda yok olmak)[2], bazen de "fenâ fi emrillah" (Allah'ın emrinde yok olmak) kavramının kullanıldığını gördüm.[3] Bu iki kavram ile sadece ve kesinlikle canın ve malın İslâm'ın zaferi için tüketilmesi kastediliyor. Ve bu kavramlarla Hz. Peygamberin şu sözü doğrulanıyor: "Bir adam canıyla ve malıyla (Allah yolunda cihada) çıktı ve geriye onlardan hiçbir şey dönmedi."[4]

 

Yine Turabi, İslâmi hareketin teşkilatçılık gelişiminden bahsederken, "merhaletü'l-fenâ"dan (yok oluş merhalesinden) söz ediyor. Bununla, İslâmî hareketin kuruluş aşamasındaki toplumdan ayrı ve topluma mesafeli konumu yerine, olgunlaşıp sağlamlaştıktan sonraki toplum içinde yok olması ve erimesi kastediliyor.

 

Turabi'nin hasımlarına da hüsnü zan besleyerek, bu kavram benzerliğinin onların akıllarını karıştırdığını düşünüyorum. Görüldüğü kadarıyla bu kişiler, sapık hulul kavramlarının kullanılmasının, imanla eş anlamlı olmadığını kavrayamıyorlar. Her şeyden önce bu kavramların kullanılmasında bir sakınca yoktur; bunlar Arapça sözlerdir ve İslâm kültüründe "hulûlî fenâ" (bütünleşerek yok olma) inancının ortaya çıkmasından önce de mevcuttu. Ayrıca sûfi dil ve kavramlar, İslâm'ın, mutasavvıflar eliyle girdiği Sudan'da ve diğer ülkelerde yaygın ve revaçtadır. Örneğin Dr. Hasan Mekkî, çağdaş ordunun devletteki "fenâ"sından bahseder.[5]

 

Yine örneğin Turabi veya başkalarının "kavim" (millet/ırk) kavramını kullanması, onların bu kavrama -bu kavramın, kendilerine karşı haddi aşanlar için ifade ettiği anlamıyla- iman ettiklerini göstermez. Hatta "fenâ fillah" kavramını kullanan sufilerin çoğunluğu da, bununla "hulul"u (Allah ile içiçe girip bütünleşmeyi) kastetmezler. Aksine onların çoğu, bu (asıl anlamından) sapmış tabiri önceki felsefecilerden alıp, ifade ettiği asıl anlamı bilmeden kullanmışlardır. Şayet bugün onlara bu sözün anlamı sorulsa, çoğunluğu buna cevap veremez.

 

Bazı mutasavvıfların sapmaları konusunda, Turabi'nin yaptığı şu çok ince teşhislerden, araştırmacıların pek fazla haberi yoktur: "İnanç ve amellerde sufilerin içinde bulundukları bidatlar ve cehalet.... Neredeyse dinî yaşamdaki enerjiyi tüketecek yoğunlukta şeklî ayinler ve merasimler.... Kişiyi aciz ve hareketsiz bir şekilde yerinde oturtan şer'î gevşeklik.... Velayet ve bağlılıkta neredeyse Allah'tan alıkoyacak ölçüde aşırılık...."[6]

 

Ehl-i Kitabın İmanlı Olduğu

 

En fazla tartışmaya sebep olan şeylerden biri de, hasımlarının, Turabi'nin ehl-i kitabın imanlı olduğunu söylediğini iddia etmeleridir. Ki böyle bir söz, Turabi'nin müslümanlar ile ehl-i kitabı eşit gördüğü hissini veriyor.

 

Ancak bu iddia, Turabi'ye karşı yapılan haksızlığın ve onu yanlış anlamanın bir başka örneğini teşkil ediyor. Çünkü Turabi hiçbir zaman, mevcut halleriyle ehl-i kitabın dininin, doğru ve Allah katında makbul olduğunu kastetmedi. Yine onların İslâm'a bağlanmalarının gerekli olmadığını söylemedi ve bizim tevhid inancımızla onların teslis inancını eşitlemedi.

 

Zaten iman konusundaki en derin ve en güzel kitaplardan biri olan "İman: İnsan Hayatındaki Etkisi" kitabını yazan ve o kitapta, tarih boyunca tevhid inancına girmiş sapkınlık çeşitlerini açıklayan biri böyle bir şeyi nasıl yapabilir ki? Ayrıca Turabi Müslümanlardaki dini hastalıkların çoğunu, nassları anlama ve onları olaylara uygulama konusunda, Müslümanların ehl-i kitabın metot ve usullerine tâbi olmaya bağlıyor.

 

Kur'an-ı Kerim, burada hepsinin sayılması zor olan pek çok ayette ehl-i kitabı küfürle (kafir olmakla) nitelemiştir. Yine bazı ayetlerde onları şirkle (Allah'a ortak koşmakla) nitelemiştir. Bu ayetlerden ikisi şunlardır:

 

 "(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar da) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa'yı) rabbler edindiler. Oysa onlar, tek olan bir ilah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk (ortak) koştukları şeylerden uzaktır." (Tevbe: 31).

 

 

"Andolsun ki 'Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir' diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih 'Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar da yoktur' demişti." (Maide: 72).

 

Ehl-i kitabın küfür ve şirk içinde oldukları konusunda Turabi'nin sözleri son derece açıktır. Kur'an'ın anlamı konusunda büyük bir nasibe sahip olan Turabi'nin, yukarıdaki ayetlerin işaret ettiği hususları bilmediğini veya bunları dile getirmediğini sananlar, hiç şüphe yok ki yanılgı içindedirler. Çünkü Turabi, "Siyaset ve Yönetim" isimli son kitabında, Kur'an ayetlerinden deliller getirerek, ehl-i kitabı - hem de tek bir sayfada üç kez- şirkle niteliyor.

 

Turabi şöyle diyor: "Kitap ehli hak dinden sonra tekrar şirke döndü... Kendileri müşrik oldukları halde, yeni tevhid dinine saldırıyorlardı... Arap yarımadasının kuzeyindeki, ehl-i kitaptan ve Araplardan olan bütün müşrikler aralarında ittifak edip, Müslümanlara düşmanlığa başladılar."[7]

 

Turabi, ehl-i kitabı, aynı kitabın bir kaç yerinde küfürle de niteliyor ve Hz. Peygamber dönemi Medine Yahudilerinin durumundan bahsederken "kitap ehlinin küfründen" bahsediyor.[8]

 

Turabi'nin zaman zaman ehl-i kitabı, müşriklerden ayırıyor olması kavramsal bir ayrımdır ve bunun temeli de Kur'an'da mevcuttur. Tıpkı şu ayet gibi: "Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (batıl dinlerinden) kopup-ayrılacak değillerdi." (Beyine: 1).

 

İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Ehl-i kitap, Kur'an'da bahsedilen mutlak şirkin kapsamına girmiyor; aksine sınırlı şirkin kapsamına giriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ""Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (batıl dinlerinden) kopup-ayrılacak değillerdi." Dolayısıyla müşrikleri, ehl-i kitaptan ayrı bir grup olarak görüyor."[9] İbn-i Teymiye şöyle devam ediyor: "Ehl-i kitap, Allah'ın emretmediği şirk bidatına saptıkları için, onların müşriklerden ayrı tutulması gerekti; çünkü dinlerinin aslı, şirki değil, tevhidi getiren semavî kitaplara uymaktır."[10]

 

Aynı şekilde Turabi'nin ehl-i kitap ile kâfirleri birbirinden ayırıyor olması da kavramsal bir ayrımdır ve yine bunun da temeli Kur'an'da mevcuttur. Şu ayet gibi: "Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve batıla (tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kafirler için: "Bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar." (Nisa: 51).

 

 Dolayısıyla çoğu kimse -Kur'an'da çok fazla örneği olduğu için- ehl-i kitap ile müşriklerin kavramsal olarak birbirinden ayrılmasında herhangi bir karışıklık görmezken, bazıları da ehl-i kitap ile kafirler arasındaki böyle bir ayrımı kafa karıştırıcı olarak değerlendiriyorlar.

 

Ancak Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiye (Allah rahmet etsin), Kur'an'da bu ayrımın mevcut olduğunun farkına varanlardandır. İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Aynı şekilde Kur'an'ın bazı yerlerinde kâfirler ile ehl-i kitap arasında ayrım yapılıyor. Şu ayette olduğu gibi: "Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve batıla (tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: "Bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar." Çünkü dinlerinin aslı imandır; ancak sonradan dinlerinin esaslarından ayrılarak kafir olmuşlardır."[11]

 

Hasımları nezdinde problemlere sebep olan hususlardan biri de, Turabi'nin, İslâm üniversitelerindeki hiçbir araştırmacı tarafından kullanılmayan batılı kavramları kullanmasıdır. Örneğin genellikle "tevhidî dinler" şeklinde tercüme edilen "gionsMonotheistic Reli" kavramını, yine "İbrahimî dinler" şeklinde tercüme edilen "Abrahamic faiths" kavramını kullanması gibi. Batı üniversitelerinde bu kavramlar ile Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm kastedilir.

 

Ancak yukarıdaki kavramlar için yapılan tercümeler, çok uygun tercümeler değildir. Çünkü Yahudilik ve Hıristiyanlık artık tevhidî din ve İbrahimî millet olma özelliğine sahip değiller. Bununla birlikte Turabi, Malik bin Nebi ve onlar gibi Batı kültürünü çok iyi bilen İslâmcı yazarlar tarafından bu gibi ifadeler kavramsal olarak kullanılıyor ve bunlarla Arap dilindeki veya İslâmî şer'î ıstılahtaki ilk akla gelen anlamları kastedilmiyor. Yukarıda gördüğümüz gibi Kur'an'ı Kerim de, ehl-i kitabı müşriklik ve kâfirlik sıfatlarından soyutlamadan, onlar ile müşrikler ve kâfirler arasında kavramsal bir ayrım yapıyor.

 

Turabi zaman zaman Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki ortak mirastan da bahsediyor. Aslında bunda hiçbir sakınca olmamasına rağmen, Turabi'nin bu tür konuşmaları bazılarının öfkelenmesine yol açıyor. Çünkü inanç meselelerindeki temel ihtilaflara rağmen, İslâm ve Hıristiyanlık arasında, inançsal, ahlâkî ve amelî pek çok müşterek nokta vardır. Kur'an nassları ile bunlar arasındaki çok sayıda benzerliği görmek için, -tahrif edilmiş (bozulmuş) olmalarına rağmen- mevcut Ahd-i Kadim'in (Tevrat) ve Ahd-i Cedid'in (İncil) sayfalarını şöyle bir karıştırmak yeterlidir.

 

Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. Yusuf ve diğer peygamberlerin Kur'an'daki ve Ahd-i Kadim'deki kıssaları, bazen yüzde yetmişten daha fazla bir oranda birbirine benziyor. Yeniden dirilişe (âhirete) ve yapılanların karşılığının görüleceğine iman etmek noktasında da çok fazla ortak nokta bulunuyor. Aynı şekilde doğruluk, emanet ve iyi komşuluk gibi ahlâkî meziyetlere çağırma noktasında Kur'an-ı Kerim ile Ahd-i Cedid arasında da benzerlikler vardır.

 

Bütün bunlara rağmen Turabi, "tevhidî"lik veya "İbrahimî"lik noktasında, İslâm ile şu anki Yahudilik ve Hıristiyanlığı hiçbir zaman eşitlemiyor. Aksine böyle bir şeyi reddeden sözleri inkar edilemeyecek kadar çoktur. Örneğin Hıristiyanların "tevhid" inancına sahip olmadıklarına işaret ederek şöyle diyor: "Hıristiyanlar kilisenin aracılığına inanarak tek Rabb inancından ve toplanan konsüllerde rahiplerin aldıkları kararlara inanarak dinlerinin aslından koptular. "[12] Yine Muhammedî mesajı inkâr ve onun İbrahimî orijinalliğine kin duyma hususunda insanların en şiddetlilerinin Yahudiler ve Hıristiyanlar olduğunu vurguluyor.[13] Acaba bütün bunlardan sonra insaf sahibi biri, Turabi'nin, orijinal İslâmî vahiy ile tahrif edilmiş ve eklemeler yapılmış kitapları birbirine eşit tuttuğunu söyleyebilir mi?

 

Kur'an, kendisinden önceki Tevrat ve İncil'i doğrulayıcı olarak gelmiştir. Bu durum, onlarda, Kur'an'ın doğrulayacağı "hak"tan bir şeylerin kalmış olmasını gerektiriyor. Ancak aynı şekilde Kur'an onları korumak için de gelmiştir. Bu durum da, bu günkü tahrif edilmiş halleriyle Tevrat ve İncil'de bulunan Kur'an'a aykırı hususların reddedilmesini gerektiriyor. İşte Müslümanlar ile ehl-i kitap arasındaki dinî ilişkilerin özeti bu "doğrulamak" ve "korumak" ikileminde ortaya çıkıyor.

 

İbn-i Kayyım, ehl-i kitap ile olan ortak noktalardan söz ederek şöyle diyor: "Dediler ki [yani cizye vermeyi sadece ehl-i kitaba özgü kılan âlimler]: Putlara tabanları, ehl-i kitaba eklemek doğru olmaz. Çünkü müşriklerin küfrü (kafirliği), ehl-i kitabın küfründen daha şiddetlidir. Çünkü ehl-i kitapta, -putperestlerde olmayan- tevhid inancından ve peygamberlerin eserlerinden bir şeyler vardır. Yine ehl-i kitap, putperestlerin aksine, yeniden dirilmeye, yapılanların karşılığının görüleceğine ve peygamberlere inanırlar.

 

Putperestler Hz. Nuh'dan, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberlerle ve onların ümmetleri ile savaşmışlardır. İşte iki grup (ehl-i kitap ve putperestler/müşrikler) arasındaki bu farklılıkların, ehl-i kitabın kestiklerini yemenin ve onların kadınları ile nikâhlanmanın helal olması üzerinde etkisi vardır."[14]

 

Acaba İbn-i Kayyım'ın aşağıdaki sözlerini okuyunca, Turabi'ye gösterilen bu tepkilere ne anlam verilecek. İbn-i Kayyım bu sözlerinde, aralarında İmam Buhari, Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiye ve İmam er-Râzi'nin de bulunduğu hadis, fıkıh ve kelâm sahasındaki bir grup otoriteden bahsediyor. Bu kişiler, bugün Yahudilerin elindeki Tevrat'ın aslının tahrif edilmediğini söylüyorlar. Yani tahrifin bizzat nassların kendisinde değil, yorumlarında yapıldığını ifade ediyorlar.

 

İbn-i Kayyım şöyle diyor: "İnsanlar Yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat'ın tahrif edilmesiyle ilgi, ikisi uç biri de mutedil olan üç görüş ileri sürüyorlar: Uç görüşlerden biri, Tevrat'ın tamamen ya da çok büyük bir bölümünün değiştirilip tahrif edildiğini iddia ediyor ve şu andaki Tevrat'ın hiçbir şekilde Allah'ın Hz. Musa'ya indirdiği Tevrat olmadığını söylüyor. Tevrat'taki çelişkileri ve birbirini yalanlayan hususları da iddiasının doğruluğuna delil gösteriyor. Bu görüşte olanlardan bazıları iyice haddi aşarak, küçük abdest bozduktan sonra onunla (Tevrat ile) temizlenmeye cevaz veriyor.

 

Bunların karşında diğer uçta yer alan hadis, fıkıh ve kelâm imamlarından (otoritelerinden) bir grup ise, Tevrat'taki değişiklik ve tahrifin, Tevrat'ın nassında (metninde) değil, nassların yorumunda yapıldığını iddia ediyor. Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail el-Buhari bu görüştedir. Buhari "Sahih"inde şöyle diyor: "(Kur'an'da geçen) 'tahrif ediyorlar'ın anlamı, 'uzaklaştırıyorlar/yerinden ayırıyorlar' demektir. Hiç kimse Allah'ın kitaplarından bir kitabın lafzını yerinden ayıramaz, uzaklaştıramaz. Yahudiler Tevrat'ı ancak tahrif ediyorlardı, yani gerçek yorumundan farklı bir şekilde yorumluyorlardı." Razi'nin tefsirinde tercih ettiği görüş de budur. Üstadımızın [ibn-i Teymiye'nin] şöyle dediğini duydum: Bu meselede bazı alimler arasında tartışma meydana geldi. O bu görüşü seçti ve diğerlerinin zayıf olduğunu söyledi; ancak söyledikleri reddedildi. O da reddedenlere bununla ilgili on beş nakil yaptı.

 

Bu iki uç görüşün yanında orta yolu tutan üçüncü görüştekiler ise şöyle diyor: Tevrat'a eklemeler yapılmış ve az da olsa lafızlarında değiştirmeler olmuştur. Ancak büyük bölümü Allah'ın indirdiği şekliyle kalmıştır; yapılan değişiklikler gerçekten azdır. Üstadımız İbn-i Teymiye de "El-Cevabu's-Sahih Limen Beddele Dine'l-Mesih" isimli kitabında bu görüşü seçmiştir… Biz onda meydana gelen değiştirmelerin zorunlu sebebini zikrediyoruz. Hak (gerçek), uyulmaya en layık olandır. Biz bazıları gibi haddi aşarak, onu (Tevrat'ı) aşağılamayız, alay ve eğlence konusu yapmayız; aksine böyle bir şeyden Allah'a sığınırız. Aynı şekilde tıpkı Kur'an gibi, onun da Allah'ın indirdiği şekliyle kaldığını da söylemeyiz."[15]

 

İslâm'ın gelişinden günümüze kadar Yahudilerin elinde bulunan Tevrat, Eski Ahid (Ahd-i Kadim) olarak da bilinen ilk beş Esfar'dır (Esfar-ı Hamse). Bunlar: 1-Tekvin (Yaratılış), 2- Huruç (Çıkış), 3- Levililer, 4- Sayılar ve 5- Tesniye'dir.

 

Hiç şüphe yok ki, Tevrat'ta hiçbir değişiklik ve tahrif olmadığını söyleyen âlimler büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü kesin bir şekilde Tevrat'ın tahrif edildiği sonucuna ulaşmak için, söz konusu Esfarları hızlı bir şekilde karıştırmak yeterlidir.

 

Eğer bugün Turabi Tevrat'ın Allah katından indirildiği gibi, hiçbir değişikliğe ve tahrife uğramadan kaldığını söylüyor olsaydı -geçmişte böylesine skandal bir hata, Buhari ve Razi çapındaki âlimler tarafından yapılsa da- kanı helal olurdu. Ancak buna rağmen ümmet bu âlimleri yüceltmeye devam ediyor. Zaten bu da onların hakkıdır ve buna layıktırlar.

 

Özetle, Turabi'nin ehl-i kitabın imanı ile ilgili sözlerine yönelik tepkiler, onun zaman zaman ehl-i kitap ile müşrikleri ve kâfirleri kavramsal olarak birbirinden ayırmasının yanlış anlaşılmasından kaynaklanıyor. Bu kavramsal ayırmalar da dilin gereklerinden veya siyasî manevralardan kaynaklanıyor. Dolayısıyla Turabi'nin bu sebeple, tekfir ve teşhir edilmesi, anlaşmazlık noktalarında zorunlu olarak bulunması gereken ilim ve adalet ile çelişiyor.

 

 

Şankiti'nin Turabi'ye reddiyesi 4 bölüm halinde yayımlanacaktır.

 

 

Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.

 



[1] El-Cüveyni: Ğıyasu'l-Ümem fi et-Tisyâsi'z-Zulm, 1/137

[2] Turabi: El-Haraketü'l-İslâmiyye fî Sudan, 151

[3] Turabi: Kıymetü'd-Din ve Risaliyyetü'l-Fen, 31

[4] El-Albâni: Sahih-i Süneni İbn-i Mâce. Hadis no: 1414

[5] Mekkî: El-Haraketü'l-İslamiyye fî Sudan (1969-1985) Tarihuhâ ve Hıtabuhâ es-Siyasî, 85.

[6] Turabi: El-Hareketü'l-İslâmiyye fî Sudan, 151.

[7] Turabi: Es-Siyasetü ve'l-Hukm.. En-Nuzumu'l-Sultaniyye beyne'l-Usul ve Süneni'l-Vâkı, 177.

[8] Turabi: Es-Siyasetü ve'l-Hukm, 210.

[9] İbn-i Teymiye: Mecmuu'l-Fetâvâ, 35/213-214. Ve İbn-i Kayyım: Dekâiku't-Tefsir, 2/14.

[10] İbn-i Teymiye: Mecmuu'l-Fetâvâ, 32/178.

[11] İbn-i Teymiye: Mecmuu'l-Fetâvâ, 31/180-181.

[12] Turabi: es-Siyasetü ve'l-Hukm, 30.

[13] Turabi: es-Siyasetü ve'l-Hukm, 44.

[14] İbn-i Kayyım: Ahkâmu ehl-i'z-Zimme, 1/95.

[15] İbn-i Kayyım: İğasetü'l-Lehfan, 2/351-361.