Kadının Şahitliğinin Erkeğin Şahitliğinin Yarısına Denk Olması

 

Bu kapsamdaki bir diğer mesele, Turabi'nin, borçla ilgili Bakara suresindeki ayetin zahirinden anlaşılandan farklı olarak, erkeğin şahitliği ile kadının şahitliğini eşit tutmasıdır. Bakara suresindeki ayette şöyle deniyor: "… Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun)…" (Bakara: 282).

 

Ancak ayetin çok genel bir üslup içinde söylendiği dikkate alınırsa, bu meselenin içtihad kapsamında yer aldığı ortaya çıkar. "Kadının şahitliğinin, erkeğin şahitliğinin yarısına denk olması, kadınların henüz ticaret hayatında ve malî işlerde tecrübe sahibi olmadığı Hz. Peygamber dönemindeki şartlar yüzündendi" sözü, dikkate alınması gereken bir söz ve bakış açısıdır.

 

İbn-i Kayyım, üstadı İbn-i Teymiye'den, meseleyi bu şekilde yorumlamaya yatkın bir nakilde bulunuyor: "Bir adamın yerine iki kadının şahitlik etmesinin sebebi sadece, biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması içindir. Bu ise sadece, yanılmanın, yani unutmanın ve tam olarak hatırlayamamanın genellikle vuku bulduğu meselelerde geçerlidir… Eğer şahitlik, genelde yanılma korkusu olmayan meselelerde ise, bu durumda kadının şahitliği, erkeğin şahitliğinin yarısı olmaz."[1]

 

Evet, bildiğimiz kadarıyla İbn-i Teymiye'nin, malî konularda kadının şahitliği ile erkeğin şahitliğini birbirine eşit kabul etmediği doğrudur; ancak o bu meselede, maslahatın ve değişen zamanın şartlarının gerektirmesi halinde içtihada kapı açıyor. Çünkü İbn-i Teymiye'nin sözlerinden şu anlaşılıyor: Unutma ve tam olarak hatırlayamama korkusu ortadan kalkarsa -örneğin muhasebede veya iş idaresinde uzman olan kadınların şahitlik yapması gibi- kadının şahitliği erkeğin şahitliğine eşit veya daha üstün kabul edilir.

 

İmam Muhammed Abduh, eski müfessirlerin çoğunun söylemiş olduğu "kadınlar zihnî ve duygusal yönden eksik bir yaratılıştadır; onların şahitliğinin, erkeğin şahitliğinin yarısına denk olmasının sebebi de budur" şeklindeki görüşü reddediyor. Muhammed Abduh şöyle diyor: "Müfessirler bu meselede konuşmuşlar ve bunun (kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğinin yarısına denk olmasının) sebebinin mizaç (yaratılış) olduğunu söylemişlerdir. Müfessirler "kadının mizacında zayıflık ve unutkanlık vardır" demişlerdir. Ancak bu doğru değildir; asıl sebep, kadının malî işlerle iştigal etmemesidir."[2] Görüldüğü gibi Muhammed Abduh, bu meseledeki hükmü, değişen toplumsal şartlara bağlıyor ve bu sebebin ebedî (sürekli) olmadığını söylüyor.

 

Fıkıh kitaplarındaki şahitlik bölümlerini ayrıntılı bir şekilde araştıran biri, bütün meselenin aslında adaletin korunması ile ilgili olduğunu görür. Bunun delili, şahitlerde –erkek veya kadın oldukları dikkate alınmaksızın- adaletli ve tecrübeli olmaları şartının aranmasıdır.

 

Örneğin Maliki mezhebinde, kendi aralarında meydana gelen yaralanma hadiselerinde çocuğun şahitliği kabul edilir. Oysa asıl olan çocuğun şahitliğinin kabul edilmemesidir. Yine yeni doğan bir çocuğun, canlı olarak doğduğu konusunda ebenin şahitliği de kabul edilir. Hatta İbn-i Kayyım'ın naklettiğine göre Ebu Hanife şöyle diyor: "Yahudi veya Hıristiyan olsa bile, ebenin tek başına yaptığı şahitliği kabul etmek caizdir."[3]

 

Kur'an-ı Kerim lian[4] hususunda erkek ile kadının şahitliğini eşit tutuyor. Her birinden, hasmının doğru veya yalan söylediğinin sabit olması için beş defa şahitlik etmesini (Allah'ı şahit tutmasını) istiyor. Kadından erkeğin iki katı şahitlikte bulunmasını istemiyor ve onun şahitliğini, erkeğin şahitliğinin yarısına denk saymıyor.

 

Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de, kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğinin yarısına denk tutulmasının mallara (malî işlere) özgü olması, bazı sebeplere dayanıyor olabilir.

 

Nitekim Hz. Peygamber süt emziren tek bir kadının şahitliğini kabul etmiştir. Ukbe bin Harise'den naklediliyor: "Ukbe Ebu İhab bin Aziz'in kızıyla evlendi. Sonra bir kadın geldi ve dedi ki: Ben Ukbe'yi ve evlendiği kişiyi emzirdim. Ukbe ona dedi ki: Ben senin beni emzirdiğini bilmiyorum, sen bana bunu haber vermedin. Sonra Medine'ye Hz. Peygamberin yanına gitti ve durumu ona sordu. Hz. Peygamber dedi ki: Bu söylendikten sonra artık nasıl olur (bu evlilik nasıl yürür)? Bunun üzerine Ukbe, ondan ayrıldı ve başka biriyle evlendi."[5]

 

İbn-i Kayyım bu hadis üzerine şu yorumu yapıyor: "Bu hadis, köle (cariye) bile olsa, tek bir kadının şahitliğinin kabul edileceğini gösteriyor."[6]

 

Hadis âlimleri, tıpkı erkeklerde olduğu gibi tek bir kadının rivayet ettiği hadisi şerifleri de kabul etmişlerdir. Hiç şüphe yok ki, "Hz. Peygamber şunu dedi" diye şahitlik etmenin, din ve ümmet üzerindeki etkileri, falanca filancadan üç beş dirhem veya dinar borç aldı şeklinde şahitlik etmekten çok daha önemli ve çok daha derindir.

 

Turabi, borç ayetinde kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğinin yarısına denk tutulmasının, o dönemde kadınların ticaret ve senetler konusunda tecrübesiz oluşlarından kaynaklanan bir hüküm olduğu görüşünü benimsiyor. Dolayısıyla kadınların ticareti öğrenip ticaretle meşgul olmaları durumunda bu sebebin ortadan kalkacağını söylemek, yerinde bir söz ve muteber bir içtihattır.

 

Bunun dışında da, Kur'an'da ve sünnette, sebebin ortadan kalkmasıyla, hükmün ortadan kalktığı nice örnekler vardır. Örneğin at sırtında savaşmanın revaçta olduğu o dönemde, Kur'an Müslümanlara, düşmanla karşılaşmak için atlar hazırlamalarını emrediyordu. Ancak (şartların değişmesiyle) bu hüküm ortadan kalktı ve modern savaş teknolojileriyle hazırlık yapmak gerekli hale geldi. Yine kölelikle ve savaşla ilgili pek çok hüküm, konuları ortadan kalktığı için kendileri de ortadan kalktılar.

 

Bugün savaş esirlerinin köleleştirilip satılmasının mümkün olduğunu ve kadınlarının da köle (cariye) olarak helal olacağını söyleyen tek bir İslâm âlimi yoktur. Aynı durum İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk dönemlerinde revaçta olan eski savaş gelenekleri için de geçerlidir. Aksine herkes, bu meselelerin kendi zamanıyla sınırlı olduğu hususunda görüş birliği içindedir.

 

Sebebin (illetin) ortadan kalkması ile hükmün ortadan kalkacağını söylemek, şer'i nasslara muhalefet etmek ve onlara karşı çıkmak değildir. Çünkü değişen bizzat şer'i hükmün kendisi değil, hükmün konusu ve mevcut durumdur. Bu durumun içtihattaki örneği (yani şartların değişmesi ile içtihatların değişmesi durumu), içtihatların, nassların yerine değil, nassların yorumunda yapılıyor olmasıdır.

 

Müslüman Kadının Kitap Ehlinden Biriyle Evlenmesi

 

Turabi'nin söyledikleri arasında gerçekten en şaşırtıcı ve en anlaşılmaz olanı, belki de Müslüman bir kadının kitap ehlinden (Yahudi ve Hıristiyan) biriyle evlenebileceğini söylemesidir.

 

O bu konuda "sabit kılan" delillerden çok, "reddeden/haram kılan" delillere tutunuyor ve müşriklerle evlenmeyi haram kılan Bakara suresinin şu ayetinin, ehli kitap için geçerli olmadığını düşünüyor: "İman etmedikçe müşrik (putperest) kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kadından, imanlı bir cariye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir." (Bakara: 221). Turabi'nin bu görüşü benimsemesindeki gerekçesi, Kur'an-ı Kerim'in, genelde kitap ehlini müşrik olarak isimlendirmemesidir.

 

Turabi, Mümtehine suresinin genel ifadeli (bütün kâfirleri içine alan) onuncu ayetinde de, özelin (yani Mekkeli müşriklerin) kastedildiğini, çünkü ayetin Mekkeli putperest kâfirlerden bahsettiğini, dolayısıyla kitap ehlinin bu ayetin kapsamına girmeyeceğini düşünüyor. Ayette şöyle deniyor: "Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları, imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helal değildir; onlar da bunlara helal olmazlar." (Mümtehine: 10).

 

Doğrusu ben, Turabi'nin bu meselede, ilim ehli arasında kabullenilen görüşe muhalefet etmesini haklı çıkaracak güçlü bir dayanak bulamıyorum. Aksine iki ayetten çıkarmış olduğu sonucun da hatalı olduğundan şüphe etmiyorum.

 

Kur'anî ıstılahta, hem müşrikler ile kitap ehli arasında, hem de kâfirler ile kitap ehli arasında bir ayrım yapılmış olması, ona herhangi bir haklı gerekçe sağlamıyor. Çünkü buradaki ayrım sadece kavramsal bir ayrımdır. Burada asıl olan -Turabi'nin de ikrar ettiği gibi- kitap ehlinin de müşriklik ve kâfirlik sıfatlarına ortak olmasıdır. Aynı şekilde bu sıfatların üzerine bina edilen hükümlere de ortak olurlar. Sadece bir delil olması durumunda bu hükümlerin kapsamı dışında kalırlar. Örneğin Müslüman bir erkeğin, kitap ehlinden bir kadınla evlenmesi gibi.

 

Mümtehine suresindeki "kâfirler" kelimesinin, kitap ehlini kapsamadığını, sadece Kureyşli kâfirleri veya kitap ehlinin dışındaki diğer kâfirleri kapsadığını söylemek, bir delil ile ispat edilmesi gereken bir iddiadır. Bu iddianın doğru olması için "el-küffar" kelimesindeki "el" takısının "istiğrak" (bütün kâfirleri içine almak) için değil, "ahd" (bilinen belirli bir grubu kast etmek) için kullanılmış olması gerekir. Ancak benim bildiğim, dilde buna ilişkin bir delilin olmadığıdır.

 

"Bunlar (mü'min kadınlar) onlara (kâfirlere) helal değildir; onlar da bunlara helal olmazlar" ayetindeki "kâfirler" (el-Küffar) kelimesinin, -ister kitap ehli olsun, ister putperest/müşrik olsun-  bütün kafirleri kapsamına aldığı hususunda ilim ehli arasında herhangi bir ihtilaf olduğunu bilmiyorum. Ve bu, esas alınmaya uygun bir genellemedir. Çünkü ayet zaten, böyle bir evliliğin haram olduğunu mübalağalı bir üslupta vurgulamak için "helal değildir" ifadesini tekrar etmiştir.

 

Bu hususla ilgili Beyzavî şöyle diyor: "Buradaki tekrar, vurgu bakımından halin gerekliliğine uygunluk ve mübalağa içindir. Veya tekrarlardan birincisi, (devam eden böyle bir evlilik varsa) ayrılmak, ikicisi ise bu evliliği yeniden başlatmayı men etmek içindir."[7]  Aynı şekilde Âlusî de şöyle diyor: "Bunlar onlara helal değildir; onlar da bunlara helal olmazlar" ayeti, mü'min kadınların kâfirlere dönmelerinin yasak oluşunun sebebini açıklar. Birinci cümle, sabit olan bir ayrılığı ve birinci nikâhın ortadan kalktığını açıklamak için, ikinci cümle de yeniden nikâh olmaktan kaçınılmasını açıklamak içindir."[8]

 

Ayet, -kesine yakın bir ihtimal olmasına rağmen- ayrılığın sebebi olarak, din meselesinde (kâfir koca tarafından) yapılacak zulüm ve fitne ihtimalini göstermiyor. Bu yaklaşım da yine söz konusu ayetin, -ister müşrik olsun, ister kitap ehli olsun veya ister Müslümanlara karşı savaşan olsun, ister Müslümanlarla barış içinde bulunan olsun- bütün kâfirleri içine alacak şekilde genel olduğunu tekit ediyor.

 

Genel olarak söylemek gerekirse, Kur'an-ı Kerim'in zahiri, Müslüman kadının, hiçbir ayrım yapmadan kâfir bir erkekle evlenmesini haram kılıyor. Karinelerden farklı bir durum anlaşılmadıkça, -Allah'ın dininde, keyiflere, mizaçlara ve zevklere göre konuşulmasına engel olmak için- Kur'an'ın zahirine bağlı kalmak, şer'î bir gerekliliktir.

 

Ben, Müslüman kadının, kitap ehlinden bir erkekle evlenmesini baştan yasaklayan bu ayetlerin zahirlerine bağlı kalmanın gerekli (farz) olduğu görüşündeyim. Evet, bir kadının Müslüman olmadan önce evlendiği kitap ehlinden bir erkekle evli kalmaya devam etmesinin içtihat alanına giren bir mesele olduğunu kabul etsek bile, durum böyledir. İkinci durum içtihat alanına giriyor; çünkü Hz. Ömer'den ve Hz. Ali'den bu istikamette rivayette bulunulmuştur. Günümüz de Yusuf el-Karadavi "baştan affedilmeyecek şeyler, sonradan affedilebilir" sözüyle amel ederek, bu görüşü seslendiriyor.

 

Turabi'nin Mümtehine suresindeki ayeti anlama noktasında çok büyük bir hata yaptığından şüphe etmiyorum. Ve bu hata, Müslüman aile ve Müslüman ailenin İslâm'a göre yetişmesi gibi çok önemli meselelerle de bağlantılıdır. Ancak bununla birlikte mesele, fer'î bir meseleden ve bir fakihin, -nassları yorumlamasına dayalı olarak- fer'î bir meselede önceki fakihlere muhalefet etmesinden ibarettir. Bu durum onu İslâm'dan çıkarmaz, hatta günahkâr bile yapmaz. Çünkü o, gayreti ve içtihadı ile Allah'ın hükmü olduğu sonucuna vardığı şeyi ifade ediyor. Bu durumda o, hata da yapsa, isabet de etse sevap alan bir müçtehit olarak kalır.

 

Bizim icmaya aykırı sandığımız çoğu meselelerde aslında icma hiç yoktur. Ama biz o meselelerdeki aykırı sözleri bilmiyoruz. Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah şöyle diyor: "Babamın şöyle dediğini duydum: Kim icmanın bulunduğunu iddia ederse o yalancıdır; belki insanlar ihtilaf etmişlerdir, ama o kişi bu ihtilaflara ulaşamamıştır ve onları bilmiyordur. Onun için (falan meselede icma vardır demek yerine) şöyle denmesi gerekir: İnsanların (bu meselede) ihtilaf ettiklerini bilmiyoruz."[9]

 

Turabi, aşağıdaki sözlerinde "maslahat" yaklaşımından hareketle, Müslüman kadının kitap ehli ile evlenmesini haklı çıkarmaya çalışıyor, ancak yaşanan gerçekler onu desteklemiyor. Turabi şöyle diyor: "Kitap ehliyle birlikte yaşayan Müslüman azınlıkları –ki bu mesele onları ilgilendiriyor- meseleyi hakkıyla ölçüp değerlendirmeleri ve kızlarını kitap ehlinden erkeklerle evlendirmeleri hususunda kendi hallerine bırakmamız gerekir. Belki de bu kızlar, evlilik ilişkisi vesilesiyle kitap ehlini İslâm'a çekerler."[10]

 

Turabi böyle söylüyor; ancak bu konudaki gerçekler onu desteklemiyor. Çünkü ben uzun yıllardan beri Amerika'da yaşayan biri olarak, -bu ülkede yaşayan her Müslüman gibi- yakından biliyorum ki, bu meseledeki maslahat, Müslüman kızların, kitap ehlinden erkekler ile evlenmelerinin men edilmesinde gizlidir.

 

Evet, kitap ehlinden çok sayıda erkeğin, Müslüman bayanlar tarafından ikna edilerek İslâm'a girdiğini görüyoruz. Çünkü izzeti nefis sahibi bu bayanlar, kendileriyle evlenmek isteyen bu erkeklere, ancak İslâm'a girmeleri şartıyla bu evliliğin gerçekleşebileceğini söylüyorlar. Aksi takdirde bu tekliflerini reddediyorlar. Daha bir kaç ay önce, Teksas eyaletindeki İslâm Merkezi'mizde genç bir Amerikalı gazeteci İslâm'a girdi. Çünkü evlenmek istediği Müslüman bir Türk kızı, bu evliliğin sadece İslâm'a girmesi şartıyla gerçekleşebileceğin söyleyerek onu İslâm'a girmeye ikna etti.

 

Ancak İslâm'a girmemiş kitap ehlinden erkeklerle evlenen Müslüman bayanlar ise -ki bu durum gerçekten çok nadir olarak gerçekleşiyor- maalesef dinlerini ve çocuklarını kaybediyorlar ve içinde bulundukları kültür içinde, tereyağının ateşte eridiği gibi eriyorlar.

 

Sahih Hadislerin Reddi

 

Bazılarının Turabi'ye öfkelenmelerine yol açan sebeplerden biri de, Turabi'nin Buhari ve Müslim'de yer alan birkaç hadisi reddetmesidir. Turabi'ye öfkelenen bu kişilerin çoğu, zor sorulara kolay cevaplar vermeyi alışkanlık haline getirmiş kimselerdendir. Onlara göre şeriat hükümlerinin büyük bir bölümü, dinde zorunlu olarak bilinen şeylerdir, nassların hepsi muhkemdir, Buhari ve Müslim'deki hadislerin tamamı sabittir ve öncekiler, sonrakilere söyleyecek hiçbir söz bırakmamışlardır.

 

O kimselerden birinin Turabi'ye şu şekilde cevap verdiğini duydum: "Eğer bir Müslüman, su haramdır derse, kâfir olur; çünkü bu, dinde zaruri olarak bilinen bir şeydir." Bunu duyduğumda, o söz ile Allah'ın şu sözü arasında ne kadar büyük bir mesafe olduğuna bakarak şaşırdım: "... Fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa..." (Nahl: 106).

 

Yine bir başkasının şöyle dediğini duydum: "Kim tek bir sahih hadisi reddederse kâfir olur." Ancak -görüldüğü kadarı ile- bu kişi farkında değil ki, Allâme İbn-i Dakîk el-Iyd, dört mezhep imamından birinin veya diğerinin amel etmediği bir cilt sahih hadis toplamıştır.

 

Kur'an'a veya daha sahih olarak gördüğü başka hadislere aykırı olduğuna inanarak, sahih bir âhâd hadisi reddetmek küfür veya günah değildir; aksine böyle bir şey, aynı meselede birbiriyle çakışan delillerin mevcut olması durumunda bütün müçtehitlerin başvurduğu içtihadî bir çalışmadır. Diğer taraftan risaleti (peygamberliği) inkâr etmek ve onun taşıyıcısını (Hz Peygamberi) yalanlamak amacıyla nebevî hadisleri reddeden bir kimse ile bu hadislerin, uydurma ve Hz. Peygambere isnadının zayıf olduğuna inanarak reddeden kimse arasında çok büyük fark vardır.

 

Hiç şüphe yok ki, Buhari ve Müslim, Allah'ın kitabından sonra en sahih iki kitaptır ve genel olarak bu iki kitaptaki hadislerin Hz. Peygambere nispetleri sahihtir. Ancak bu durum, Buhari ve Müslim'in tahriç ettikleri bütün hadislerin, her halükârda sahih olacağı anlamına gelmiyor.

 

Hadis hafızlarından bazıları, Buhari ve Müslim'de yer alan hadislerden bir kısmını reddetmişlerdir. O kişilerden bazıları şunlardır: Ahmed bin Hanbel, Ali bin el-Medîni, Yahya bin Main, Ebu Davud, Ebu Hatim, Ebu Zer'a, Tirmizî, Ukaylî, Nesâi, Ebu Naim, Dare Kutnî, İbn-i Munde, Beyhakî, İbn-i Cevzî, İbn-i Hazm, İbn-i Abdu'l-Birr, İbn-i Teymiye, İbn-i Kayyım ve Albanî.... Bizzat Buhari'nin kendisi de Sahih-i Müslim'de yer alan bazı hadislerin zayıf olduğunu söylemiştir.

 

İşte Buhari ve Müslim'de yer alan yaklaşık kırk hadis, bu hadis otoritelerinden biri veya diğeri tarafından reddedilmiştir.

 

Sahih-i Buhari'de yer alan Ebu Zübeyr hadisi hakkında Zehebî şöyle diyor: "Bana göre o hadis munkati'dir."[11] (Munkati hadis, senedin başından ya da sonundan olmaksızın ve peş peşe olmamak kaydıyla, bir ya da birden fazla râvîsi düşen hadise denir). Bu hadis hakkında İbn-i Kayyım da şöyle diyor: "Bu hadis, açık bir şekilde galattır (sahih değildir). Çünkü Hz. Peygamberin yaptığı bilinen şeye -ki ilim ehlinin bu konuda herhangi bir şüphesi yoktur- aykırıdır."[12]

 

İbn-i Kayyım, Müslim'de yer alan ve Ebu Süfya'nın, Hz. Peygamberden, kızı (Ebu Süfyan'ın kızı) ile evlenmesini talep ettiği hadis hakkında uzun bir değerlendirme yaptıktan sonra şöyle diyor: "Doğrusu bu hadis mahfuz (hatalardan korunmuş) değildir; bilakis onda bir karıştırma meydana gelmiştir. Allah en iyisini bilendir." Sonra İbn-i Hazm'dan şu sözü naklediyor: "Bu hadis uydurmadır ve onun uydurulmuş olduğuna şüphe yoktur."[13] İbn-i Teymiye de şöyle diyor: "Hadis hafızlarından bir grup, bu hadis konusunda Müslim'in hata ettiğini söylediler."[14]

 

Kusuf namazının sekiz rekât oluşuyla ilgili Müslim'de yer alan hadis hakkında el-Albanî şöyle diyor: "Müslim tahriç etmiş olsa da zayıftır."[15] İbn-i Teymiye şöyle diyor: "İlim otoriteleri bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir."[16]

 

Müslim'de yer alan "(Bir hayvanı boğazlayacağınız zaman) bıçağı iyice bileyerek boğazlayın" hadisi hakkında el-Albanî şöyle diyor: "Uygun olan bu hadisin zayıf hadisler grubuna dâhil edilmesidir."[17]

 

Bazı hadis âlimleri Buhari ve Müslim'deki hadislerin eleştirisi için müstakil kitaplar kaleme alıp, senet ve metin yönünden o hadislerdeki zayıflık sebeplerini açıklamışlardır. Bunların en meşhuru, Dâre Kutnî tarafından kaleme alınan "el-İlzamât" ve "et-Tetebbu" isimli iki kitaptır. El-Attar'ın "Ğararu'l-Fevâidi'l-Mecmûa Fî Beyani Mâ Vakaa Fî Sahih-i Müslim Mine'l-Esânidi'l-Maktûa" isimli kitabı ile Ebu'l-Fadl bin Ammar'ın "Ilelu'l-Ehâdis Fî Kitabi Sahih Limüslim" isimli kitabı da bu alandaki en bilinen çalışmalardandır. Çağımızda hadis ilimlerinin üstadı olan Nasıruddin el-Albani de Buhari ve Müslim'de yer alan onlarca hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.

 

Eleştirilerin Sahih-i Buhari'den çok, Sahih-i Müslim'e yöneltilmesinde şaşılacak bir durum yoktur. İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Buhari'nin sahih deyip de, ona itiraz edenlerin inkâr ettiği hadislerin çoğunda, Buhari'nin söyledikleri, kendisine itiraz edenlerin söylediklerinden ağır basıyor. Müslim'de ise durum farklıdır; tahriç ettiği hadislerin bazılarında kendisine itiraz edildi ve bu hadisler konusunda doğru olan kendisine itiraz edenlerin söyledikleridir."[18]

 

Genel olarak söylemek gerekirse, Buhari'deki bütün hadislerin sahih olduğu şeklinde bir genelleme yapmak ve bu konuda icma edildiğini nakletmek, hadis ilimlerinde yaşanan düşüşle ve bu ilimlerde taklitçiliğin yükselişe geçmesiyle yaygınlaşan bir durumdur.

 

Turabi, kendi anlayışına göre Kur'an nasslarıyla çakıştığını düşünerek Buhari ve Müslim'deki bazı hadisleri reddediyor. Ancak bu hadisleri reddetmesinin sebebi ne sünnet etrafında şüphe uyandırmak ne de sünnetin delil olduğunu inkâr etmektir. İlim ehlinin de bu konuları tartışmaya ve o hadislerin uydurma olduğunu iddia edenlerden delil istemeye hakları vardır. Ancak bütün bunların bir taraftan tekfir ve teşhire sapmadan, diğer taraftan da övünmeye ve boş tartışmalara sebep olmadan, ilmî bir tartışma olarak kalması gerekir.

 

Hz. İsa'nın Geri Dönmesi ve Deccal'in Ortaya Çıkması

 

Turabi'ye yönelik eleştirilerin üçüncü kısmını, onun, bazı itikadî meselelerde, bilinen anlayışlara muhalefet etmesi oluşturuyor. Bunların en önemlileri, Hz. İsa'nın geri döneceğini, Deccal'in ortaya çıkacağını inkâr etmesi ve Peygamberlerin "ismet" (günahlardan korunmuş olma) sıfatı hakkındaki sözleridir.

 

Turabi, Hz. İsa'nın geri döneceğini inkâr etme meselesinde bazı Kur'an ayetlerinin zahirine dayanıyor. Hz. İsa'nın dilinden aktarılan şu ayet gibi: "…Benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim…" (Saf: 6). Turabi bu ayette zikredilen, sonra gelme, (yani Ahmed adındaki peygamberin kendisinden sonra gelecek olması) durumunun, cumhurun benimsemiş olduğu, Hz. İsa'nın halen hayatta olduğu ve âhir zamanda tekrar geri döneceği anlayışını geçersiz kıldığını düşünüyor.

 

Bir diğeri de, yine Hz. İsa'nın dilinden aktarılan şu ayettir: "…Yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." (Meryem: 31). Turabi için buradaki delili zekât verme meselesi oluşturuyor. Yani Hz. İsa semada (gökyüzünde) hayatta ise zekat verme ile emredilmiş olması bir problem olarak ortaya çıkıyor.

 

Turabi bu ayetlerin zahirlerine dayanarak, Buhari ve Müslim'deki Hz. İsa'nın dönüşüyle ve Deccal'in ortaya çıkışıyla ilgili hadisleri reddediyor ve ısrarla bu hadislerin, Hıristiyanlık kültürünün İslâm kültürü üzerindeki etkilerinden biri olduğunu, bunun farkına varılmadığı için de hadis kitaplarını girdiğini söylüyor.

 

Turabi, 21.04.2006 tarihli Şarku'l-Evsat gazetesinde kendisiyle yapılan röportajda şöyle diyor: "Ben, İsa'nın size ineceği ve şöyle yapacağı zaman yakındır, mealindeki hadisleri Hıristiyanlık kültürünün etkisine bağlıyorum. Bunlar hatalı olarak Hz. Peygambere nispet edilmişlerdir."

 

Turabi'nin bu söylediklerini, daha önce, sınırları daha belirgin ve daha ayrıntılı bir şekilde Müceddit Reşid Rıza da söylemiştir: "Hz. İsa'nın inişi, Hıristiyanların çoğunun sahip olduğu bir inanıştır ve İslâm'ın ortaya çıkışından itibaren bu inanışı hep Müslümanlar arasında yaymaya çalışmışlardır. Bu inanışı tefsire sokmaya çalışanlardan biri de, yaydığı hurafelerle Kur'an'ın tefsirini bozan Ka'bu'l-Ahbar'dan sonra ikinci sırada gelen Vehb bin Münebbih'tir." Reşid Rıza şöyle devam ediyor: "Biliyoruz ki Ebu Hureyre, Ka'b'tan rivayette bulunuyor ve onu tasdik ediyordu… Aynı şey Ka'b'tan rivayette bulunan ve onu tasdik eden Abdullah bin Abbas ve diğerleri için de söylenir."[19]

 

Çağımızda el-Ezher âlimlerinden El-Merağî, Mahmud Şeltut ve Muhammed Ebu Zehra da aynı şeyleri söylemiştir. Muhammed Gazalî de önemli bir noktaya dikkat çekmiştir: Hz. İsa'nın, semada hayatta olduğunu söylemek, Mesihlik inancındaki "uluhiyet şüphelerinden" bir şeyler taşıyor.[20]

 

Bu konuda Reşid Rıza şu sonuca varıyor: "Kur'an'da ve sünnette, Müslümanların Hz. İsa'nın inişine inanmalarını gerektirecek sübutu ve delaleti kat'î bir nass yoktur. Sadece mevzusunun garabeti ve Buhari ile Müslim tarafında tahriç edilmeleriyle meşhur olan hadisler vardır. Bunların çoğu da Ebu Hureyre tarafından rivayet edilmiştir. Ancak bu mesele, mütevatir kat'î nass gerektiren itikadî bir meseledir."[21]

 

Reşid Rıza'nın konusu yaptığı Ka'bu'l-Ahbar hakkında Muaviye bin Ebu Süfyan şöyle diyor: "Kitap ehli hakkında rivayette bulunanların en doğru sözlülerinden olsa da, yalan söyleyip söylemediğin sınamamız gerekir."[22] Ebu Hureyre'nin, Ka'b'tan nakil yaptığı gelen sahih haberler ile bilinen bir şeydir. Şu hadis onlardan biridir: "Ebu Hureyre dedi ki: Avluya çıktım, Ka'bu'l-Ahbar ile karşılaştım ve yanına oturdum. Bana Tevrat'tan haberler verdi, ben de ona Resulullah'tan haberler verdim."[23]

 

Hz. İsa'nın dönüşü ve Deccal'ın ortaya çıkışıyla ilgili Buhari ve Müslim'de yer alan hadisler hakkında, bunların en azından garip ve şüphe uyandırıcı olduğunu söylemek gerekiyor. Bu konudaki hadisler, geçmişteki büyük âlimler için de –Beyhakî, İbn-i Hacer ve diğerleri gibi- problem oluşturmuştur. Bunun sebebi ise bazılarının çok iyi bilinen vakıalarla, bazılarının da birbirleri ile çatışmadır.

 

Buhari de yer alan bazı hadisler, Deccal'in, Hz. Peygamber döneminde Medine'de yaşayan ve garip tavırları olan Saf bin Sayyad adındaki bir Yahudi genci olduğu izlenimini veriyor. Buhari şu hadisi rivayet ediyor: "Muhammed bin Münkedir'den rivayet edildi: Cabir bin Abdullah'ın, Allah'ın adıyla yemin ederek, Saf bin Sayyad'ın Deccal olduğunu söylediğini gördüm. Dedim ki: Allah'ın adıyla yemin mi ediyorsun? Dedi ki: Ömer'in, Hz. Peygamberin yanında bu konuda yemin ettiğini duydum ve Hz. Peygamber de bunu inkâr etmedi."[24] Abdullah bin Ömer'in ve Ebu Zer'in de bu hususta yemin ettikleri sahih bir senetle rivayet edilmiştir.[25]

 

Sahih-i Müslim'de de, mü'minlerin annesi Hafsa binti Ömer'in ve Ebu Said el-Hudri'nin, Saf bin Sayyad'ın Deccal olduğundan şüphelendikleri rivayet edilmiştir.[26]

 

İbn-i Hacer şiddetli bir zorlamayla bu problemin üstesinden gelmeye çalışmıştır. İbn-i Hacer şöyle diyor: "Saf bin Sayyad, o zaman zarfında Deccal suretinde ortaya çıkan Şeytan'dı."[27] Saf bin Sayyad, âhir zamanda gelecek gerçek Deccal değildi ve Hz. Peygamberin, onun gerçek Deccal olduğundan şüphe ettiğine işaret eden Buhari'deki hadisler unutulmuş gözüküyor. Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e şöyle demişti: "Eğer (Deccal) bu ise, sen ona musallat edilecek değilsin, eğer Deccal bu değilse onu öldürmekte sana bir hayır yoktur!"[28]

 

Acaba İbn-i Hacer, Saf bin Sayyad'ın, (âhir zamanda ortaya çıkacak) büyük Deccal değil de, Şeytan olduğundan kesin olarak emin miydi? Ve bu husus Hz. Peygamberin, Hz. Ömer'in, Hafsa binti Ömer'in, Abdullah bin Ömer'in, Cabir bin Abdullah'ın, Ebu Zer Ğıfarî'nin ve Ebu Said el-Hudri'nin gözünden kaçmış mıydı?

 

Hz. İsa'nın dönüşü ve Deccal'ın ortaya çıkışıyla ilgili hadislerdeki problemli durumun bir örneğini de Sahih-i Müslim'de yer alan aşağıdaki hadis oluşturuyor. Bu hadis, Hz. İsa'nın dönüşü ile Deccal'in ortaya çıkışının, İslâm ordusunun Şam'dan geri dönüşünün ve Konstantin'in (İstanbul'un) fethinin hemen ardından gerçekleşeceğini bildiriyor: "…İstanbul'u da fethederler. (Fetihten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış ganimet taksim ederken, şeytan aralarında şöyle bir çığlık atar: 'Mesih Deccal, ailelerinizde sizin yerinizi aldı!' Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak bu haber batıldır. Şam'a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp safları tanzim ederken, namaz için kamet okunur. Derken İsa İbn-i Meryem iner ve onlara imamlık eder.. Allah'ın düşmanı, Hz. İsa'yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helak oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu kudret eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir."[29]  Bu hadisteki problem şudur: İstanbul beş asırdan fazla bir süre önce fethedildi ve İslâm ordusu oradan muzaffer bir şekilde döndü. Ancak döndüklerinden ne Mesih'i (Hz. İsa'yı) ne de Deccal'i gördüler!

 

Hz. İsa'nın dönüşü ve Deccal'in ortaya çıkışı ile ilgili hadislerde, asırlar boyunca önde gelen âlimleri de hayrete düşüren çok büyük çelişkiler vardır. Turabi bu hadislerin sahihliği konusunda şüphe eden ilk kişi olmadığı gibi son kişi de olmayacaktır.

 

Bugün Müslüman bir lise öğrencisi, çağdaş insanın, yeryüzünün her tarafına ayak bastığını; hatta yeryüzünün içindeki birçok şeye vakıf olduğunu; yeryüzünün jeolojik tabakalarını, madenlerini ve hazinelerini fotoğrafladığını; Ay'a gittiğini ve şimdi de Mars'a gitmenin planını yaptığını biliyor. Şimdi biz bu Müslüman gence, Müslim'in Temim ed-Dâri'den rivayet ettiği gibi, Deccal'in, demirlerle bağlı bir şekilde, denizde yolunu kaybetmiş Arap denizcilerin ulaştığı bir adada bulunduğuna ve çok iyi Arapça konuşan son derece garip yaratılışlı bir hayvan tarafından korunduğuna inanmasını şart mı koşacağız.

 

Müslim, Temim ed-Dâri'nin anlattığı ve Hz. Peygamberin de onun söylediklerini tasdik ettiğini bildirdiği şu uzun hadisi rivayet ediyor: "Hz. Peygamber buyurdular ki: "Temim ed-Dâri Hıristiyan bir kimse idi. Gelip biat etti ve Müslüman oldu. O, benim Mesih Deccâl'den anlattığıma uygun olan bir rivayette bulundu. Bana anlattığına göre, Temim, bir gemiye binip denize açılmıştır. Yanında Lahm ve Cüzâm kabilelerinden otuz kişi vardı. Yolda bir ay dalgalarla boğuştuktan sonra güneşin battığı esnada denizde bir adaya yanaştılar. Geminin kayıklarına binerek adaya çıktılar. Derken karşılarına çok tüylü bir hayvan çıktı. Bunlar, tüylerinin çokluğundan hayvanın baş tarafı neresi, arka tarafı neresi anlayamadılar. Ona: "Sen neyin nesisin?" dediler. O "Ben cessâseyim" dedi. "Cessase nedir?" denildi. "Ey cemaat! Şu manastıra kadar gelin, içinde bir adam var, o sizden haber almayı çok arzuluyor" dedi. O, böylece bir adamdan söz edince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk. Hemen koşarak manastıra girdik. İçeride bir adam vardı; yaratılış olarak gördüklerimizin en irisiydi ve elleri boynuna, dizlerinden topuklarına demirle sıkı şekilde bağlanmıştı. "Vah sana! Kimsin sen?" dedik. "Benim haberimi alabilmişsiniz. Şimdi siz kimsiniz, bana haber verin" dedi. Arkadaşlarım: "Biz bir grup Arabız. Bir gemideydik, denizin coşkun bir anına rastladık. Dalgalar bizi bir ay oyaladı. Sonra bu adaya yaklaştık, sandallara binip adaya çıktık... Ben şimdi size kendimi tanıtayım: Ben Mesih Deccâl'im. Çıkış için bana izin verilme zamanı yakındır. O zaman çıkıp yeryüzünde dolaşacağım. Kırk gün içinde uğramadığım şehir (yerleşim birimi) kalmayacak. Mekke ile Medine hariç. Bu iki şehir bana haramdır. Onlardan birine her ne vakit girmek istersem, elinde yalın kılıç bir melek beni karşılar, benim oraya girmeme mani olur. Onların her bir geçidinde bir melek vardır, onları korur" dedi..."[30]

 

Evet, bu gariplikler, Hz. İsa'nın inişi ve Deccal'in ortaya çıkışıyla ilgili rivayetler selinin getirdiği birikintilerdir. Şimdi geriye şöyle bir soru kalıyor: İnsanoğlunun, yeryüzünde dokunmadığı yer kalmamışken, acaba bu ada nerede bulunuyor? O adada demirlerle (bukağılarla) bağlı Deccal nerededir?

 

Acaba Deccal, Medine'de yaşayan ve Sahih-i Müslim'de Ebu Saîd el-Hudrî'den gelen bir rivayette bildirildiği gibi hac için veya umre için Mekke'ye giden Yahudi genci Saf bin Sayyad mıdır?[31] Yoksa yine Sahih-i Müslim'de Temim ed-Dâri'den gelen rivayette bildirildiği gibi, uzak bir adadaki demir bukağılarla bağlanmış olan ve melekler tarafından Medine ve Mekke'ye girmesi engellenen o adam mıdır?

 

Kendi içinde çelişkilerle dolu olan, aklın ve duyuların idrak ettiği apaçık hususlarla çatışan rivayetlere iman etmeyi insanları şart koşmak, akıl ve burhan (apaçık delil) dini olan İslâm'a hiçbir şekilde hizmet etmez. Aksine böyle bir şey hak dinleri konusunda Müslümanları fitneye düşürür. Tıpkı kilisenin, Hz. İsa'ya tabi olanları, ilim ve akılla çatışan tahrifatlar ve yorumlarla fitneye düşürdüğü gibi.

 

Kendi içinde çelişkili olan bu haberlerin şüpheli olduğunu söyleyenlerin -Reşit Rıza, Mahmud Şeltut, Muhammed Gazalî ve Hasan Turabi gibi- kınanıp reddedilmeleri ilim ve adaletle bağdaşmaz. Bunun da ötesinde bu kişilerin tekfir edilmeleri temelden caiz değildir. Özellikle de bu konudaki hadislerin tamamını bilenler ve âlimlerin bu hadislerde zikrettiği gariplik ve problemlerden haberdar olanlar için. Bu hadislerin şüpheli olduğunu söyleyenleri tekfir edenler, eğer zorlama yorumlara gitmeselerdi ve araştırmaları da yetersiz olmasaydı, bu hususta kimseyi tekfir etmezler, aksine ilim ve tahkik yolunu tutarlardı.

 

Burada -bir karşılaştırma yapmak için- şu hususu zikretmek uygun olacaktır: Bizzat İmam Buhari, "yedi günde yaratma" ile ilgili Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği aşağıdaki hadisi inkâr ediyor ve onu, Hıristiyan kaynağına, Ka'bu'l-Ahbara geri çeviriyor: "Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edildi: Rasulullah elimi tuttu ve dedi ki: Allah toprağı (yeri) cumartesi günü yarattı. Ondaki dağları pazar günü yarattı. Ağaçları pazartesi günü yarattı. Hoş karşılanmayan (kerih görülen) şeyleri salı günü yarattı. Nuru (ışığı, aydınlığı) çarşamba günü yarattı. Canlıları da yeryüzüne perşembe günü dağıtıp yaydı. Hz. Adem'i de cuma günü ikindiden sonra, yaratmanın sonunda, cuma saatlerinin son saatinde, ikindi vaktiyle gece vakti arasındaki bir zamanda yarattı."[32]

 

İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Bu hadise, Yahya bin Maîn ve Buhari gibi Müslim'den daha âlim olanlar tarafından itiraz edilmiştir. Buhari bu hadisin Ka'bu'l-Ahbar'ın sözlerinden biri olduğunu söylemiştir."[33] Sonra İbn-i Teymiye bu itirazı şu sözleriyle onaylıyor: "Çünkü tevatür derecesinde sabittir ki, Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratmıştır."[34]

 

İmam Buhari, İmam Müslim'in -veya ravilerinden birinin- hatalı olarak Hz. Peygambere nispet ettiği bu hadisi reddedip, onun Ka'bu'l-Ahbar'ın sözü olduğunu ortaya koyabiliyor. Tıpkı bunun gibi -üstelik Buhari'den itibaren, şer'î ve insani ilimlerdeki bin yılı aşkın bir bilgi birikimiyle- bazı Müslüman âlimlerin de, ciddi delillere dayanarak Buhari ve Müslim'in bir kaç hadisi hatalı olarak Hz. Peygambere nispet ettiklerini, aslında bunların Temim ed-Dâri'nin sözleri olduğunu ortaya koyup bunları reddetmelerinde yadırganacak ne olabilir?

 

Evet, Buhari'nin, Müslim'in rivayet ettiği hadisin, aslında Müslüman olmuş bir Hıristiyan olan Ka'bu'l-Ahbar'ın sözü olduğunu ortaya koyması gibi, bu âlimlerin de bazı hadislerin, yine Hıristiyan iken gelip Hz. Peygambere biat ederek Müslüman olmuş Temim ed-Dâri'nin sözü olduğunu ortaya koymalarında yadırganacak ne olabilir?

 

Bu konuda söylenecek olan, en azından el-Ezher'in eski rektörü Ali Câdu'l-Hakk'ın şu sözleri değil midir: "İslâm akîdesinin esasları, Kur'an'dan ve sünnetten, sübûtu ve delâleti (senet ve işaret ettiği mana yönünden) katî delillerle sabit olduğundan, Hz. İsa'nın tekrar yeryüzüne inişini inkâr eden bir kimse İslâm'dan çıkmaz ve kafir kabul edilmez. Çünkü inkâr ettiği şey Kur'an ve sünnetten katî bir delil ile sabit olmayan bir şeydir."[35]

 

 

Bu makalenin son (4.) bölümü haftaya yayımlanacaktır.

 

Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.

 

 




[1] İbn-i Kayyım: İ'lâmu'l-Muvakkıin, 1/90.

[2] Muhammed Abduh: El-A'mâl el-Kâmile, 4/732.