Tekfir ve Teşhire Sapmadan Hasan Turabi'nin Görüşlerini Tartışmak - 4

 

 

Peygamberlerin Masum (Korunmuş) Olmaları

 

Turabi'nin eleştirildiği ve reddedildiği konulardan biri de, onun peygamberlerin masumiyeti hakkındaki sözleridir. Ancak görüldüğü kadarıyla onu eleştirenler, "tebliğdeki masumiyet (korunmuşluk)" ile "günah ve hatalardaki masumiyet" arasında bir ayrım yapmadıkları gibi, büyük günahlardan masumiyet ile küçük hatalardan/günahlardan masumiyet arasında da bir ayrım yapmıyorlar.

 

Peygamberlerin, Allah'tan aldıklarını insanlara tebliğ etme hususunda koruma altında (masum) olduklarına hiç şüphe yoktur. Zaten böyle olduğuna inanılmazsa, vahye olan güven de ortadan kalkar. İslâm âlimlerinden hiç kimse, peygamberlerin bu tür bir koruma altında olduğu meselesinde anlaşmazlığa düşmemiştir. Turabi de hiçbir zaman bu kabule aykırı olan tek bir kelime bile söylememiştir.

 

Ancak peygamberlerin, tamamen günah/hata işlemekten mi, yoksa işledikleri bu fiillerin ikrar edilmesinden mi (yani düzeltilmeden olduğu gibi bırakılmasından mı) korunmuş oldukları meselesinde, İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren süren eski bir tartışma vardır. Bunun sebebi de zahirlerinin, bazı peygamberlerin hata veya günah işlediklerine işaret eden ayetlerin bulunmasıdır. Şevkânî şöyle diyor: "İlim ehlinin, peygamberlerin masumluğu hakkında söyledikleri ve bu konudaki ihtilafları bu konuyla ilgili bölümlerde mevcuttur."[1]

 

Peygamberlerin hatalardan/günahlardan korunmuş olmaları konusunda ittifak edilen ortak nokta, onların bu tür fiillerinin ikrar edilmediğidir. Yani bu tür fiillerin düzeltilmeden bırakılmadığıdır.

 

İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Allah Teâla bir peygamberin hatasını/günahını zikrettiğinde, muhakkak surette onun tövbe ettiğini de zikrediyor. Bu yüzden, peygamberlerin masumluğu konusunda insanlar iki görüşe sahip olmuşlardır: Birinci görüşte olanlar peygamberlerin hata/günah işlemekten tamamen korunmuş olduklarını, ikinci görüşte olanlar ise işledikleri bu fiillerin -özellikle de Allah'ın mesajının tebliğ edilmesiyle ilgili olan meselelerde- ikrar edilmesinden korunmuş olduklarını söylüyorlar. Ümmet, peygamberlerin, hatalarının ikrar edilmesinden korunmuş oldukları üzerinde ittifak etmiştir. Çünkü böyle bir şey, risaletin amacıyla ve mucizenin anlamıyla çelişir."[2]

 

Eş'arîlerden Bakıllanî ile bazı mutezile âlimleri peygamberlerin ne küçük ne de büyük hatalardan/günahlardan masum olmadıkları görüşündedir. İbn-i Teymiye ise peygamberlerin küçük hatalardan/günahlardan değil, büyüklerinden korunmuş oldukları görüşünü tercih ediyor ve farklı görüşlerdeki ve mezheplerdeki âlimlerin de bu görüşte olduklarını söylüyor.

 

İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Peygamberlerin, küçüklerden değil, büyük günahlardan korunmuş oldukları görüşü, İslâm âlimlerinin çoğunluğunun ve bütün grupların görüşüdür. Hatta kelamcıların çoğunun söylediği de budur… Aynı şekilde bu, tefsircilerin, hadisçilerin ve fakihlerin de dile getirdikleri görüştür. Evet, onlar şöyle diyorlar: "Peygamberler küçük hatalardan/günahlardan korunmuş değillerdir." Hatta seleften, imamlardan, sahabeden, tabiinden ve tebauttabiinden, bu söylediklerimize uygun olmayan bir şey nakledilmemiştir." Sonra İbn-i Teymiye sözlerine şu hususu ekliyor: "Ümmet içindeki gruplardan, peygamberlerin mutlak bir şekilde masum olduklarını ilk söyleyen ve bu hususta en büyük sözleri sarf eden Rafızilerdir (Şiilerdir)."[3]

 

İbn-i Teymiye, peygamberlerin küçük-büyük bütün günahlardan korunmuş olduklarını söyleme gayretine girenleri reddediyor ve onları, Yüce Allah'ın kelamını tahrif etmekle itham ediyor. İbn-i Teymiye şöyle diyor: "…İlimde konuşanların pek çoğu bunun günah olmadığını, Adem'in tevil ettiğini söylüyorsa… (bilinmeli ki) bu söz, bidat ehlinden olan grupların, kelam ehlinden olan grupların, Şii grupların, mutezileden pek çoğunun ve bazı Eş'arilerin söylediği bir sözdür. Bunlar peygamberlerin küçük günahlardan/hatalardan korunmuş olmasını da şart kılarlar. Böylece küçük bir şeyden kaçarken, Allah'ın kelamını tahrif ederek, daha büyük bir şeyin içine düşerler.

 

Ümmetin en hayırlı asırları olan, ilk üç asırdaki selef, hadisçiler, tefsirciler, kısası enbiya kitabı müellifleri, fakihlerin ve sofilerin cumhuru, kelamcıların pek çoğu –Eşarilerin ve diğerlerinin cumhuru gibi- ve mü'minlerin geneli, Kur'an'ın ve sünnetin işaret ettiği görüş üzeredirler. Tıpkı şu ayet gibi: "Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine asi olup yolunu şaşırdı." (Tâhâ: 121). Ve şu ayet gibi: "(Adem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz." (A'raf: 23)…. Bu nasslar, ancak Allah'ın kelamını bir çeşit tahrif ederek reddedilebilir."[4]

 

Turabi'yi reddedenlerden biri şöyle diyor: "Bizim dinimizde -ehl-i sünnete göre- peygamberler, Allah'tan aldıkları şeyleri insanlara tebliğ etme hususunda koruma altındadırlar. Yine peygamber olarak gönderilmeden önce ve gönderildikten sonra şirkten, büyük günahlardan ve küçük günahlardan da korunmuşlardır." Bu sözler, yerinde olmayan bir genelleme ve abartmadır.

 

Peygamberlerin masumluğu konusundaki sözlerinden dolayı Turabi'yi tekfir edenler, keşke İbn-i Teymiye'nin yazmış olduğu şu satırları okusalardı: "Cahilleri, Müslümanların âlimlerini tekfir etmeye musallat kılmak (tahrik ve teşvik etmek), en büyük çirkinliklerden biridir... Müslüman âlimler, peygamberlerin masumluğu konusunda tartışan hiçbir alimin tekfir edilemeyeceği üzerinde ittifak etmişlerdir."[5] 

 

Sudan'daki er-Rabitatu'ş-Şer'iyye Li'l-ulamâ ve'd-Duât merkezinin yaptığı açıklamada "Turabi, peygamberlerin tebliğ hususundaki masumluğunu inkar ediyor" şeklinde bir ifade yer alıyor. Oysa Turabi'nin tam aksi istikametteki sözleri son derece açıktır. Hatta, merkezin yaptığı açıklamada yer alan Turabi'den yapılmış alıntı bile bunun örneklerinden birini oluşturuyor. Dolayısıyla er-Rabitatu'ş-Şer'iyye Li'l-ulamâ ve'd-Duât merkezinin hasmına yönelttiği bu iddia, delilsiz bir iddiadır ve aynı şekilde tetkike ve açıklanmaya ihtiyaç duyan bir genellemedir.

 

Ne olursa olsun, Turabi'nin söylemiş olduğu bu sözlerden hiçbiri, nassların zahirlerine ve ilim ehli arasında bilinen görüşlere aykırılık noktasında, geçmişteki âlimlerin sembol isimlerinin dile getirdiği şâz görüşlerden daha ileri bir düzeyde değildir… İcmâ edildiğine inanılan hususlara aykırı şeyler söyleyen ne kadar da eski âlimimiz vardır… Üstelik bu aykırı görüşler sadece fer'î meseleler için değil, aksine itikadî meseleler için de geçerlidir. Zaten bu âlimlerimiz, o görüşleri nedeniyle çok büyük zorluklara ve sıkıntılara da maruz kalmışlardır.

 

Ancak buna rağmen bu görüşler yayılıp şöhret bulmuş ve –bu görüşlerin nasslardan çıkarıldığının anlaşılması ile ve yine ümmetin mirası içinde öncülerinin bulunduğunun ortaya çıkması ile- kabul edilir hale gelmiştir. Veya aykırı görüşleri dile getiren bu kimselerin imanlarındaki derinlik, Allah'a ve Resulüne olan sevgilerindeki büyüklük bilindiği için bu görüşlerinde mazur görülmüşlerdir.

 

İbn-i Teymiye'nin ve İbn-i Kayyım'ın, ahirette ateşin (cehennemin) son bulacağı görüşü -ki bu görüş kâfirlerin ebedî olarak azap görmeyecekleri sonucunu doğuruyor- bunun örneklerinden biridir. Eski âlimlerden bazıları bu konuda onlara cevap verip onların bu görüşlerini reddetmişlerdir. Bu âlimlerden biri olan Tâcuddin es-Sebkî şöyle diyor: "İtibar edilen görüş, cennetin ve ateşin (cehennemin) bâki (ebedî) olduğudur." Muhammed bin İsmail es-San'anî şöyle diyor: "Ateşin son bulacağını söyleyenlerin delillerini geçersiz kılmak için perdeler kaldırıldı." Es-San'anî, İbn-i Teymiye'yi ve İbn-i Kayyım'ı, icmâya muhalefet etmekle de itham ediyor.

 

İbn-i Teymiye'nin ve İbn-i Kayyım'ın, kendi dönemlerindeki fakihlerin kabullendiklerine aykırı içtihatta bulunmaları sebebiyle, "Dımaşk'ta (Şam'da) İbn-i Teymiye'nin inandığı gibi inanların -özellikle de Hanbeliler'in- kanlarının ve mallarının helal görülmesi çağrısı yapıldı. Evet, bu çağrı yapıldı ve yazılı olarak okundu."[6]

 

Burada hata, İbn-i Teymiye'nin veya İbn-i Kayyım'ın değildir; onlar İslâm'ın sembol isimlerindendir ve söyledikleri şeyi, içtihatları ve geniş malumatları/ilimleri neticesinde söylemişlerdir. Mezhebî taassubun acı meyvesi ve ufuk darlığı karşı tarafta bulunuyordu ve onlar, fikrî mücadelede, zorlayıcı ve baskıcı iktidar gücünü kullanmışlardır… Gece, dünkü geceye ne kadar da benziyor! Bizler de bugün, Sudan devlet başkanlığına bağlı Fıkıh Konseyi'nin Hasan Turabi hakkındaki açıklamasını okuyoruz.

 

Gerçi cehennemin son bulacağı (yani ebedî olmadığı) meselesi son derce büyük ve önemli bir meseledir. Hatta İbn-i Kayyım "Hâdi'l-Ervâh" isimli kitabında bu meselenin, dünyadan ve dünyanın içindekilerden kat kat daha büyük olduğunu söylüyor. Yine cehennemin son bulacağı görüşü, Kur'an'ın birçok ayetinin zahirine aykırıdır. Buna rağmen Hamud bin Ukalâ eş-Şuaybî bir fetvasında, hem cehennemin ebedî olduğunu söyleyenlerin, hem de son bulacağını söyleyenlerin ecir alan müçtehitler olduğunu dile getiriyor: "(Böyle söyleyenler) inkâr edilip reddedilmez, sapık ve bidat ehli olduğu da söylenmez. Çünkü birilerine sövmek, onları yaralamak (güvenilirliklerini ortadan kaldırmak) ve sapık olduklarını söylemek, -eğer onlar bu şekilde değillerse- Allah'ın yasakladığı ihtilaflara ve fırkalaşmaya yol açan bir günahtır ve suçtur."

 

Allame muhaddis Nasıruddin el-Albanî, İbn-i Teymiye'yi ve İbn-i Kayyım'ı, hatalı olduklarını söylemekle birlikte, bu meselede ecir alan iki müçtehit olarak kabul ediyor. İşte söylenmesi gereken söz budur. Hatta çağdaş biri "el-Kavlu'l-Muhtâr libeyâni Fenâi'n-Nâr" isimli kitabında cehennemin son bulacağı görüşünü savunuyor.

 

Haberlerin Aslını Araştırıp Doğruluklarını Kesinleştirmek

 

Yemen'in muhaddisi Üstad Allame Mukbil el-Vâdii (Allah ona rahmet etsin), 1998 yılında bir yazı yayınladı ve yazıyı, konferans üslubunda "İman Üniversitesini Yerle Bir Edecek Yanardağ" ismini taşıyan iki kasete aktardı. El-Vadii bu kasette, ilmin, takvanın ve davetin kalelerinden biri olan Yemen'deki "İman Üniversitesi"ne saldırıyor.

 

Kaset, İman Üniversitesi'nin rektörü Abdulmecid Zindanî kadar, üniversitenin hocalarını, öğrencilerini ve Yemen'de İslâm için çalışanların çoğunluğunu da şoka uğrattı. Şokun sebepleri sadece, İman Üniversitesi'ne karşı garip bir boyuta ulaşan haksızca saldırılarla sınırlı kalmadı, aksine çok sağlam bir muhaddis olan Üstad Mukbil'in rivayetlerde (yani saldırdığı kişiler hakkında aktarılan haberleri kabul etmede) son derece kolaycı davranması da bu sebepler arasında yer aldı.

 

Üstad Mukbil bu iki kasetten birinde şöyle diyor: "Benim için İhvan-ı Müflisîn'nin (İhvanı-ı Müslimîn'i kastediyor) hepsinden daha güvenilir olan Ümmü Malik bana haber verdi ki…" Sonra da Ümmü Malik'ten, Abdulmecid Zindanî'yi bayanların koruduğunu ifade eden bir hikâye aktarıyor.

 

İman Üniversitesi'ndeki, takvalı ve (şüpheli şeylerden sakınma konusundaki) ihtiyatlı hayatı bildiğimden, Üstad Mukbil'in söylediklerine son derece şaşırdım. Çünkü üniversitede bayanların ve erkeklerin kesin bir şekilde birbirinden ayrı olmaları, erkek hocaların, kız öğrencilerin ders gördüğü anfilere girmeyeceği kadar ileri boyuttadır. Dersler kız öğrencilerin bulunduğu anfilere, kapalı devre televizyon yayınıyla aktarılıyor.

 

Evet, İman Üniversitesi'ndeki durum bu iken, Muhaddis Üstad Mukbil, böylesine önemli bir meselede yalan bir rivayeti esas alıyor ve bu uydurma rivayete dayanarak Müslümanların imamlarının şereflerini ve ilim minberlerini karalıyor.

 

Üstad Mukbil'in "cerh ve ta'dil" ilminde belirgin bir şahsiyet olduğunu bildiğimden, söyledikleri karşısındaki şaşkınlığım daha da artıyor. Acı içinde şu soruların cevabını arıyorum: Hayatını, rical (hadis ravileri) ilmindeki araştırmalarla ve bu ravilerin güvenilir mi yoksa zayıf mı olduklarını ortaya koymak için tüketen biri, acaba "Ümmü Malik"in dediklerinin doğru olup olmadığını açıklığa kavuşturmak için İman Üniversitesi veya Abdülmecid Zindanî ile bir telefon bağlantısı kurmaktan aciz midir?

 

Öğrencilerine sürekli olarak, hadis talebi uğruna yapılan yolculukları anlatan bir üstad, acaba İman Üniversitesi, onun rektörü ve hocaları hakkında kendisine aktarılan haberlerin doğru olup olmadığını bizzat araştırmak için, on-yirmi mil yolculuk yaparak Üniversite'nin merkezine gitmekten veya Sana'ya yaptığı ziyaretlerden birinde bu merkeze uğramaktan aciz midir?

 

Kasetlerdeki insanı şaşkınlığa sevk eden hususlardan bir de, Üstad Mukbil'in İman Üniversitesi'ndeki Moritanyalı hocalara saldırması ve onlardan bazılarının "rafızî, eşarî, mutezile, mürcie..." olduğunu söylemesidir. Ben o günlerde İman Üniversitesi'nin hocalarından biri olduğum ve diğer hocaları hakkıyla tanıdığım için, Üstad Mukbil'in bu sözleri karşısında dehşete düştüm.

 

Şimdi, üzüntü içinde "İman Üniversitesini Yerle Bir Edecek Yanardağ" kasetini dinlerken, şer'î bir konuşmada, Turabi meselesinin ve onun tartışmalara yol açan görüşlerinin ele alınış biçimini hatırlıyorum. Böylesine son derece önemli olan şer'î meselelerdeki bir konuşmanın, hakaret ve karalama diline dönüşmesi, vicdanları ve niyetleri yargılaması, aktarılan haberleri kesinleştirmeden ve asıllarının olup olmadığını araştırmadan aceleci hükümler vermesi bana gerçekten acı veriyor.

 

Sudan'daki fıkıh konseyinin, Turabi'ye yönelik reddiyesinde şu ifadeler yer alıyor: "Yahudilerin ve Hıristiyanların küfrü (kâfir oldukları) İslâm dininde bilinmesi zaruri olan meselelerdendir. Yahudilerin ve Hıristiyanların kâfir olduklarını inkâr eden veya böyle olduklarından şüphe eden biri kâfir olur."

 

Bunlar üslup bakımdan çok taşkın sözlerdir. Çünkü bir sözün gerektirdiği, onun kendisinden değildir. Küfrü söyleyen, zorunlu olarak kâfir değildir. Kaldı ki Turabi küfür (küfrü gerektiren bir şey) söylemiyor. O kitap ehli ile müşrikleri, yine kitap ehli ile kâfirleri kavramsal olarak ayırmaktan öte bir şey yapmıyor. Ki bu kavramsal ayrımın da Kur'an'da dayanağı vardır. Yoksa -daha önce açıkladığımız gibi- Turabi'nin, kitap ehlinin küfür ve şirk içinde olduklarına ilişkin sözleri mütevâtir derecesindedir.

 

Ancak ağırlığı olan bir konsey, işin aslını araştırma ve bu konudaki haberleri kesinleştirme zahmetine girmiyor. Yine Sudan'da, şer'î ilimlere ve selefî metoda mensup bazı kişiler de Turabi'yi şarlatanlık (yalancılık/deccallık), kafirlik, dinden dönmek, münafıklık, zındıklık, sapıklık… gibi tekfir ve teşhir sözlüğünün kelimeleriyle niteliyorlar.

 

Diğer taraftan Hasan Turabi de gereksiz ifadeler ve saldırgan bir dil kullanarak aynı hatayı işliyor. Örneğin Müslüman kadının kitap ehlinden biriyle evlenebilmesi hususunda verdiği fetvayı savunurken şöyle diyor: "Müslüman kadının kitap ehlinden bir erkek ile evlenmesinin men edilmesi, dinde hiçbir temeli olmayan uydurma sözlerdir ve hanif şeriatına dayanmaz. Bu men ediş, sadece ve sadece vehimlerden, saptırmadan, cehaletten, aklın yanıltılmasından… ibarettir. İslâm ise bunlardan uzaktır."

 

Yine malî işlerde kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğinin yarısına denk olması meselesinde şöyle diyor: "Bu husus dinden veya İslâm'dan değildir; aksine aklı, İslâm'da yeri olmayan karanlık düşüncelere hapsetmek amacına yönelik bir vehim, yalan ve hakla batılı birbirine karıştırmadır…"

 

Turabi'nin böylesine sınır tanımayan bir genelleme yapmasını ve şer'î nasslara dayanan yaygın görüşü ve fıkhî anlayışı görmezden gelmesini haklı çıkaracak herhangi bir gerekçe yoktur. Aynı şekilde yakışık olmayan lafızların bir araya toplanıp, bunların Allah'ın dini hakkında konuşan ilim ehli tarafından kullanılması da uygun olmuyor.

 

Hasan Turabi'nin sözlerini problemli bulanların yapmaları gereken en uygun şey, bu sözleri, onun fikirlerinin ve kitaplarının genel çerçevesi ve üslubu içinde ele almaları veya ondan, bu sözleri ile neyi kastettiğini ve görüşlerinin dayandığı kaynakların neler olduğunu açıklamasını istemeleridir. Turabi'nin yapması gereken en uygun şey de, hikmet yolunu tutması, delil göstermesi ve birbiriyle çelişkili olan sözlerden ve tartışmacı/mücadeleci üsluptan uzaklaşmasıdır.

 

Turabi'nin, eskiden beri ortaya koyduğu fikirleri ve eserleri bir bütün olarak inceleyen birinin, onun şer'î ilimlerin muhtelif dallarında geniş bir birikime sahip olduğunu, nadir görülen analitik bir akla sahip olduğunu, şer'i meselelerin derinliğini ölçebildiğini, temel kaynaklarına inebildiğini ve binanın çökmesinden korkmadan, dikkatli bir şekilde, o temelleri kontrol edip sağlıklı olup olmadığını araştırabildiğini görmesi hiç de zor değildir. Ancak aynı şekilde meseleleri ortaya koymasında ve kullandığı üslupta, Turabi'nin hikmet ve ağır başlılıkta eksikliği bulunduğunu görmesi de zor değildir.

 

Ben, Turabi'nin en büyük hatayı önce kendisine karşı, sonra da kendisini dinleyenlere ve okuyanlara karşı yaptığını görüyorum. Bu hata şudur: Turabi, geniş okumalarının ve cüretli içtihatlarının neticelerini, hiçbir ön açıklama yapmaksızın takdim ediyor; meseleleri, kaynaklarını açıklamadan ortaya atıyor; tartışmaya sebep olacak cüretli görüşlerini, klasik İslâmî kitaplardan deliller ile güçlendirmeden ileri sürüyor.  

 

Oysa bu kitaplara muttali olmayan okuyucuların, yeni ortaya atılmış bidatlar olarak gördüğü Turabi'nin görüşlerinin çoğunun şer'î nasslarda temelleri vardır ve yine bu görüşler, çağdaş müslüman aklında önemli bir yeri olan eski alimlerden bazıları tarafından dile getirilmişlerdir. Ancak insanlar ölmüşlerin içtihatlarını yüceltmeye, yaşayanlarınkini ise küçümsemeye çok meraklıdır.

 

Eğer Turabi, mevcut fıkıh kültürünün kendi diliyle konuşmuş ve görüşlerini, asırlardır birikerek gelen fıkıh ve düşünce mirasının delilleriyle desteklemiş olsaydı, kendisini itham oklarından korumuş olurdu. Aynı şekilde benimsenmese ve kabul edilmese bile, görüşlerinin meşru-içtihadî bir görüş olarak değerlendirildiğini görürdü.

 

Fakat Turabi, görüşlerini ve içtihatlarını, şe'î dayanaklardan ve delillerden soyutlanmış bir şekilde ortaya koyarak, hem kendisine karşı, hem de -genel olarak- şer'î söyleme karşı bir suç işlemiştir. Çünkü bu durumda, kaynaklara muttali olmayan okuyucu, Turabi'nin kendi kafasına göre konuştuğunu ve şer'i başvuru kaynaklarına karşı geldiğini ve onlara muhalefet ettiğini sanıyor.

 

Eğer Turabi ve hasımları, (bu tür tartışmalarda) ilim ve adalet yolunu tutsalar, ihtilaf âdâbıyla bezenseler, siyasî mücadeleden ve taraf olmaktan soyutlanıp, sadece delillere bağlı kalsalardı, işte bu durumda mevcut tartışma, müslümanların yararlanacağı verimli bir şekle bürünür; belli bir öneme sahip şer'î meseleler (faydasız ve gereksiz tartışmaların konusu olmaktan) kurtulur; ilim talebelerini daha fazla araştırmaya sevk eder; ve şer'i meselelerin daha sağlam bir şekilde ele alınmasını sağlayıp, delil olmadan kolay bir şekilde bu meselelere dalınmasına engel olurdu.

 

Onun için bu değerlendirmelerin amacı, mevcut tartışmaların seviyesini, Müslümanlara hüsn-ü zannın esas alındığı, vicdanların (ve niyetlerin) yargılanmadığı şer'î söylem seviyesine çıkartmaya çağırmak ve böylece fikirlerin günışığı gibi aydınlık bir ortamda tartışılacağı diyalog kapısını açmaktır.

 

Bu değerlendirmelerdeki doğru olan her şey, ihsanı bol Yüce Allah'tandır, yanlışlar ve hatalar da benden ve şeytandandır; bunlar için Allah'tan af dilerim. Her hayırda başarıya eriştirecek olan Allah'tır… Her ilim sahibinin üzerinde, daha iyi bilen biri vardır…

 

 

Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.

 



[1] Şevkânî: Fethu'l-Kadir, 1/68.

[2] Kütüb ve Resâil İbn-i Teymiye Fi't-Tefsir, 15/147.

[3] Fetâvâ İbn-i Teymiye, 4/319.

[4] İbn-i Teymiye: Mecmûu'l-Fetâvâ, 20/88.

[5] İbn-i Teymiye: Mecmûu'l-Fetâvâ, 35/100-102.

[6] İbn-i Hacer: Ed-Dürerü'l-Kâmine, 1/147.