Tekfir ve Teşhire Sapmadan Hasan Turabi'nin Görüşlerini Tartışmak - 2

 

                                                                        


Dinden Dönmeyi ve İçkiyi Mübah Görmek

 

Hasımlarının, haksız bir şekilde veya yanlış anlamaları neticesinde Turabi hakkında yaptıkları suçlamalardan biri de, onun dinden dönmeyi (ridde'yi / mürtedliği) mübah gördüğünü söylemeleridir. Ancak Turabi bunu kesinlikle mübah görmüyor ve zaten hiçbir Müslüman da bunu mübah göremez.

 

Onun tek söylediği -çağdaş âlimlerden pek çoğu ve eski âlimlerden bazıları gibi- İslâm cemaatine karşı siyasî ve askerî bir isyana dönüşmediği sürece, dinden dönmenin dünyevî-kanunî bir cezasının olmadığıdır. Bununla birlikte dinden dönmek, İslâm'daki en büyük günah olmaya devam eder; çünkü böyle bir şey dinin temelini yıkmak anlamına gelir.

 

Kur'an'daki muhkem ayetlerle sabit olan bu gerçeği ne Turabi ne de onun dışındaki diğer Müslümanlar, inkâr ediyor. Bu ayetlerden biri şudur: "Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar." (Bakara: 217).

 

Bu konuda Turabi'nin söylediklerinin en ileri noktası şudur: İslâm cemaatine karşı bir isyanın eşlik etmediği dinden dönmenin cezası, ahirette göreceği cezayla sınırlıdır. "Es-Siyasetü ve'l-Hükm" isimli kitabının 114. sayfasında şöyle diyor: "İslâm risaletine inanmak veya inkâr etmek toplumun isteğine kalmıştır; kıyamete kadar bu konuda kendi hallerine bırakılırlar, sonra da (yani ahirette) durumlarına göre hesaba çekilirler."

 

Aynı kitabın 166. sayfasında ise şöyle diyor: "Şeriat insanı, görüşlerinde sebat etmek veya onları düzeltmek ya da değiştirmek konusunda serbest bırakır. Kişi ahirette bundan dolayı hesaba çekilebilir, ancak dünyada yöneticinin (devletin) emriyle hiç kimse ona eziyet edemez." Bu sözleriyle Turabi'nin dinden dönmeyi mübah gördüğünü iddia etmek, tıpkı şu ayetten dolayı Kur'an'ın da dinden dönmeyi mübah gördüğünü iddia etmek gibidir: "Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf: 29). Oysa bu, ne büyük bir hata ve ne kötü bir anlayıştır!

 

Kul ile Rabbi arasında meydana gelmiş günah ile şeriatın kanunî-dünyevî bir ceza öngördüğü suç arasında çok büyük bir fark vardır. İbn-i Abbas'tan yapılan bir rivayet göre İslâm'daki büyük günahların sayısı yetmiş civarındadır ve şeriat bunların çoğu için kanunî-dünyevî bir ceza öngörmemiştir. İşte Turabi de dinden dönme konusundaki sözleri ile sadece bu durumu kastediyor. Ancak İslâm'daki "khalkî kanun" (Allah'ın hakkı) ile "hukukî kanun" (kulların hakkı) arasında ayrım yapmayanlar çok büyük bir hataya düşüyorlar.

 

Bu değerlendirmelerde Turabi'nin dinden dönmenin cezası hakkındaki sözlerinden bahsedeceğiz. Çünkü burada bizi ilgilendiren, Turabi ile hasımları arasındaki tartışmayı, içinden çıkılmaz bir hale sokan haksızlığın ve kötü yorumun açıklanmasıdır.

 

Hasımlarının Turabi'ye yaptıkları haksızlıkların ve onu yanlış anlamalarının bir diğer örneği de, içkiyi (hamrı) mübah gördüğünü söylemeleridir. Elbette Turabi içkiyi kesinlikle mübah görmüyor; aksine o, yirminci yüzyılın ortalarında Müslüman Sudan toplumunun mübtela olduğu içki belasını ortadan kaldırmak için onlarca yıl bütün gücüyle çalışmıştır. Hatta Dr. Abdulvehhab el-Efendi bu meselede (içki müptelalığı konusunda) şöyle demiştir: "Sudan ordusunun kültürü, içki içmeyi ve zina etmeyi erkekliğin alâmeti sayan kendine özgü kurallara mahkûmdu."[1]

 

Bu konudaki yanlış anlamanın kaynağı da yine İslâm'daki "khalkî kanun" ile "hukukî kanun"un birbirine karıştırılmasıdır. Turabi kitaplarında bu konudaki karışıklığı gidermeye çalışmış ve İslâm'ın öğretilerinin, kanunî manadaki şeriat hükümlerinden çok daha geniş olduğunu açıklamıştır. Çünkü bu öğretiler vicdan otoritesini de, toplum otoritesini de, kanun otoritesini de içine alır. Turabi'nin ifadesiyle bu öğretiler "fert için özel vicdanı, toplum için toplumsal ahlâkı ve şeriat için kesin otoriteyi"[2] içine alıyor.

 

Turabi bu çerçevede, içki içene kanun elinin uzanamayacağını söylüyor. Bunun tek istisnası, içki içenin fiillerinin düzeni bozacak / rahatsızlık verecek şekilde dışarıya taşmasıdır. Çünkü bu durumda iş kamu meselesi haline gelmiş olur.

 

Bu doğru bir sözdür. Turabi'nin bu sözlerle bütün kastettiği, içki içenin, fiilini örtüyor/gizliyor olmasının, onu kanunî cezadan uzaklaştıracağıdır. Yoksa bu fiilin Allah katında da mübah olduğunu söylemiyor. Bir günahın dünyevî cezasının olmayışı veya dünyevî olarak cezalandırılmayışı onu mübah yapmaz. Şeriatın âhiret cezası koyduğu öyle günahlar var ki, bunlar kanuni suç olarak görülmemiş ve yine bunlar için kanunî-dünyevî cezalar da belirlenmemiştir.

 

Bilindiği gibi şeriat (ayıpları, kusurları) örtmeyi emrediyor. Yöneticilerin, insanların ayıplarını, kusurlarını ve günahlarını araştırmaları caiz değildir. Şeriat ancak açıktan yapılanların cezalandırılmasını emrediyor. Abdullah bin Amr'dan merfû olarak şöyle dediği aktarılıyor: "Allah'ın yasakladığı bu kötü ve çirkin işlerden kaçının. Kim bu fiilleri işlerse, onu Allah'ın örtüsüyle örtsün. Kim sayfasını bize açarsa (yani yaptıklarını açık ederse) biz de ona Allah'ın kitabını uygularız."[3] Muaviye bin Ebu Süfyan'dan da şöyle dediği naklediliyor: "İnsanların ayıplarını ve kusurlarını araştırırsan, onları bozarsın."[4]

 

Kadının Örtünmesinin Gereksizliği

 

Yine bu çerçevede hasımları, Turabi'nin (başörtüsü anlamında) örtüyü/örtünmeyi (hicâb'ı) gerekli (farz olarak) görmediğini söylüyorlar. Oysa Turabi sadece Kur'an-ı Kerim'in, örtü (hicâb) lafzını başörtüsü (khımar) anlamında kullanmadığını söylüyor. Turabî bu sözüyle, bütün mü'min kadınlara gerekli (farz) olanın, başın örtülmesi (khımar) olduğunu, yoksa Kur'an'î ıstılahtaki -Kur'an'da mü'minlerin annelerinden (Hz. Peygamberin eşlerinden) bahsedilirken kullanıldığı gibi- "kadınla erkek arasındaki maddi örtü/engel" anlamına gelen "hicâb" olmadığını kastediyor.

 

Turabi'nin bu meseledeki sözleri, dille ilgili bir analiz olup, şer'i fetvaya yönelik değildir. Onun için söyledikleri doğrudur ve ince bir tespittir. Ancak onun kusurlarını bulmak isteyenler, bu sözlerini, örtünmenin (başı örtmenin) gerekli olmadığı şeklinde yorumluyorlar. Oysa Turabi'nin bunu kastetmediği ve buna inanmadığı son derece açıktır.

 

Turabi'nin "Dinin Öğretileri ve Toplumun Gelenekleri Arasında Kadın" isimli kitabı, kadınları iffetli olmaya ve -başörtüsü takmak da dahil- örtünmeye çağıran ifadelerle doludur. Örneğin o kitapta şöyle diyor: "Peygamberin yolu, kadının yüzünden ve ellerinden başka hiçbir yerini göstermemesini emrediyor."[5]

 

Turabi, başörtüsü (khımar) ve hicâb hakkındaki sözlerinin böylesine kötü bir şekilde yorumlanmasıyla ilgili bir açıklama da yaptı. Ona "Şarku'l-Avsat" gazetesinin 21.04.2006 tarihli nüshasında şu soruyu yönelttim: "Hicâb konusundaki sözleriniz büyük tartışmalara yol açtı. Bu sözlerinizle başın değil, göğsün örtülmesini söylediğiniz iddia edildi... İşin gerçeği nedir?"

 

Şu cevabı verdi: "Bu iddialar, bazı gazetecilerin söylediği yalanlardır. Üstelik onlar "müslüman kadın" ile ilgi bazı meseleleri ele alıp konuştuğum konferansa da gelmemişlerdir. Söyledikleri yalanlar arasında benim hiç söylemediğim sözlerin bana isnat edilmesi de vardır. Bazı gazeteciler Turabi ismiyle uğraşmayı seviyorlar; hiç söylemediğim sözleri bana nispet ediyorlar. Söz konusu konferansta, ben aslında şer'i hükümlerden söz etmiyordum; aksine bizzat Kur'an'ın dilinin, insanların kullandığı kavramlardan farklı olduğundan bahsediyordum.

 

Kur'an, hicâb'tan, Hz. Peygamberin odalarındaki  uygulama ile ilgili (yani hanımlarına özgü bir hüküm) olarak bahsediyor. Diğer kadınlardan farklı olarak sadece Hz. Peygamberin hanımlarına özgü hükümler vardır. Yine diğer müslüman erkeklerden farklı olarak, sadece Hz. Peygamberin şahsına özgü hükümler de vardır… Dolayısıyla hicâb, kadınların kıyafetlerindeki bir unsuru değil, genel anlamda bir örtüyü/perdeyi/engeli ifade ediyor.

 

Örneğin genel anlamdaki hicâb (örtü, perde, engel), mecâzi anlamda kullanılarak "Kur'an ile insanlar arasında hicâb var" şeklinde bir niteleme de yapılabiliyor. Ben konferansta, "kadınların kıyafetleri konusunu ele alırken, hicâbtan söz etmeyin, yine hicâb ile mütehaccibe (örtü ile örtülü) etrafında yaşanan savaştan da söz etmeyin, bunun yerine "khamar"dan (başörtüsünden) söz edin dedim. Yani meseleyi şer'î hükümler açısından değil, dil açısından ele aldım.

 

Ancak bazıları hemen "Turabî hicâbı (örtüyü) inkar ediyor", "Turabi hicâbın sadece göğüs için (göğsü örtmek için) olduğunu söylüyor" şeklinde haber uçurdular. Sanki ben göğüsten altının yani karın bölgesinin tamamen açık olmasını istiyorum!! Bu büyük bir ahmaklık ve insanların sözlerini aktarmada büyük bir çarpıtmadır. Keşke gazeteciler bu gibi haberleri tekit etmek için bir telefon açıp bana sorsalar… Ben başörtüsünü temelde "hicâb" olarak değil "khımar" olarak isimlendiriyorum; çünkü Kur'an onu khımar olarak, odalardaki perdeyi (örtüyü/engeli) de hicâb olarak isimlendiriyor."[6]

 

Eğer Turabi dil ve kavramlardaki inceliğe bu kadar düşkün olmasaydı,  bu konuyla zaten hiç ilgilenen olmayacaktı. Aslında onun yaptığı sadece, Kur'an'î  kavramı kullanmayı, yaygın olan fıkhî kavramı kullanmaya tercih etmiş olmasıdır.

 

*****

 

Turabi'ye yöneltilen eleştirilerin ikinci kısmını, ihtilaf edilebilecek fer'î-fıkhî meseleler oluşturuyor. Bunlardan bazıları, İslâm ümmetinin, zengin mirasından kopuşunun uzun sürmesi ve cehaletin katlanarak artması neticesinde insanlara gizli kalmış eski ihtilaflardır. Mürtedin (dinden dönenin) öldürülmesi, kadının erkeğe imam olması, Müslüman kadının Hıristiyan kocasının nikâhında kalmaya devam etmesi ve mallarda kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğinin yarısına denk olması gibi.

 

Bana göre Turabi'nin bu meselelere ilişkin görüşlerinin bir kısmı -günümüzde çok az kişi tarafından seslendiriliyor olsa da- makbuldür ve dayanakları da kuvvetlidir. Mürtedlerin (İslâm'dan dönenlerin) öldürülmesini reddetmesi ve şahitlikte erkekler ile kadınları eşit kabul etmesi gibi.

 

Görüşlerinden bazılarının ise dayanakları zayıftır, ancak bunlar da içtihattan kaynaklanan görüşlerdir ve daha önce de büyük alimler tarafından dile getirilmişlerdir. Bu durum onları kâfir de yapmamıştır. Hatta bu sıra dışı (şâz) görüşleri onları İslâm'ın geniş dairesinden oldukça dar olan "sünnet ve cemaat" dairesinden de çıkarmamıştır.

 

Onun için günümüzde bu işin bir küfür ve iman meselesi haline getirilmiş olması, haddi aşmaktır ve ürkütücü bir şeydir. Bu durum, mevcut tartışmanın, nezih-ilmî bir ruhtan çok, grupsal ve siyasî bir ruhtan kaynaklandığına işaret ediyor.

 

Kadının Erkeğe İmam Olması

 

Örneğin kadının erkeğe imam olması meselesi. Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiye, İmam Ahmed bin Hanbel'in bazı durumlarda buna cevaz verdiğini söylüyor. İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Ahmed bin Hanbel, kendisinden nakledildiği bilinen bir rivayette, ihtiyaç halinde kadının erkeğe imamlık yapmasına cevaz veriyor. Örneğin kadının Kur'an okumasını bilmesi, erkeklerin ise bilmemesi durumu gibi. Bu durumda kadın erkeklere teravih kıldırabilir. Hz. Peygamberin Ümmü Varaka'ya ev halkına namaz kıldırması için izin verip, ona bir de (erkek) müezzin tayin etmesi gibi. İhtiyaç halinde erkekler kadının imamlığına uyuyorlarsa, kadın onların arkasında durur. Bu durum aynı zamanda imama uyanın, ihtiyaç halinde imamın önüne geçebileceğine cevaz verenler için de bir delildir:"[7]

 

İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Okuma yazma bilmeyen erkeklerin, ramazanı ikame etmede (teravih namazı kılmada) Kur'an okuyabilen kadının imamlığına uymaları, Ahmed bin Hanbel'den aktarılan meşhur görüşüne göre caizdir. Diğer nafile namazlardaki imamlığı konusunda ise iki rivayet vardır."[8]

 

İmam en-Nevevî şöyle diyor: "Ebu Sevr, el-Müznî ve İbn-i Cerir erkeklerin kadının arakasında namaz kılmasının sahih olduğunu söylediler. Bu görüşü onlardan el-Kâdı Ebu't-Tayyip ve el-Abderî aktardı."[9]

 

İbn-i Rüşd şöyle diyor: "Âlimler kadının imamlığı konusunda ihtilaf ettiler. Cumhur kadının erkeklere imamlık etmesinin caiz olmadığını söyledi. Âlimler kadının kadınlara imamlık etmesi konusunda da ihtilaf ettiler. Şafii buna cevaz verirken, Maliki bunu men etti. Ebu Sevr ve Taberi diğerlerinden tamamen ayrı (şâz) bir görüş benimseyerek kadınların imamlığına mutlak bir şekilde cevaz verdiler."[10]

 

Sudan'daki "er-Rabitatu'ş-Şer'iyye Li'l-ulamâ ve'd-Duât" merkezi sözcüsünün "Hanefî, Malikî, Şafii ve Hanbelî mezhebindeki bütün fakihler ve diğerleri, kadının erkeğe imamlık yapamayacağı konusunda icma etmişlerdir" şeklindeki beyanı, İmam Ahmed'in ve diğerlerinin bu konuda söylediklerini görmezden gelen ve doğru olmayan bir genellemedir.

 

Keşke Turabi'nin hasımları bu meselede, tıpkı İbn-i Rüşd gibi fıkhî bir dille konuşsalardı. İbn-i Rüşd şöyle diyor: "Ebu Sevr ve ve et-Taberî  tamamen ayrı (şâz) bir görüş benimseyerek mutlak bir şekilde kadının imamlığına cevaz verdiler." Evet, biz de Turabi'yi tekfir ve teşhir etmek yerine niçin şöyle demiyoruz: "Turabi şâz bir görüş benimseyerek kadınların imamlığına mutlak bir şekilde cevaz verdi."

 

İstisnasız bütün İslâm alimlerinin şâz ve garip görüşleri vardır. Ancak şâz görüşler, küfür veya fısk (kafirlik veya fasıklık) olarak değil, şâz olarak isimlendirilir. Söylendiği asırda şâz olan nice fıkhî görüşler var ki, sonraki asırlarda insanlar tarafından kabul görmüşlerdir. İbn-i Teymiye, tek bir lafızda üç talakın (boşamanın) gerçekleşmeyeceğini söylediğinde kendi dönemindeki ve onları takip eden dönemlerdeki alimler tarafından çok incitici bir muhalefet görmüştür. Ancak günümüzdeki fakihlerin çoğu bu görüşü benimsiyor.

 

Turabi'nin kadının imamlığı konusundaki dayanağı doğal olarak, kadının farz namazlarda da erkeklere imamlık yapabileceğini söyleyen Ebu Sevr, Taberi ve el-Müznî gibi fakihlerin dayanağı ile aynıdır.

 

İmam Ahmed'in, kadının terafih namazında erkeklere imamlık yapabileceği görüşünün dayanağı ise Ümmü Varaka (R. Anha) ile ilgili şu hadistir: "Ümmü Varaka Kur'an'ı cem etmişti (toplayıp bir araya getirmişti) ve Hz. Peygamber ona ev halkına imam olmasını (namaz kıldırmasını) emretti. Bir de müezzini vardı. O (Ümmü Varaka) ev halkın imamlık yapıyordu."[11]

 

Bir başka rivayet şu şekildedir: "Hz. Peygamber Ümmü Varaka'yı evinde ziyaret ediyordu. Ezan okuması için ona bir müezzin tayin etti ve ona ev halkına imamlık yapmasını emretti."[12] Üçüncü bir rivayette Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Haydi Şehide'yi ziyarete gidelim. Ezan okuması için ona bir müezzin tayin etti ve ona da farzlarda imamlık yapmasını emretti. O, Kur'an'ı cem etmişti."[13]

 

Ümmü Varaka hadisinde, bir (erkek) müezzin tayin edildiğinin bildirilmesi, Ümmü Varaka'nın arkasında en az bir erkeğin namaz kıldığı görüşünü tercihe şayan kılıyor. Yine aynı hadisin İbn-i Huzeyme'den gelen rivayetinde "Ümmü Varaka'nın, ev halkına farzlarda da imamlık yaptığının" bildiriliyor olması, kadının erkeklere imamlık yapmasını sadece nafilelerle veya teravihle sınırlandırmayı geçersiz kılıyor.

 

Benim bu meseledeki görüşüm -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- şudur: Kadının, camilerde farz namazlar için erkeklere imam olması kesinlikle caiz değildir. Çünkü dinin şiarları olan bu gibi meselelerde asıl olan nassların bildirdiği çizgide durmaktır. Kadının, camilerde farz namazlar için erkeklere imam olabileceği ile ilgili her hangi bir nass gelmemiştir. Onun için, Ebu Sevr, Taberi ve Turabi gibi az sayıda kişi kadının erkeklere mutlak bir şekilde imamlık yapabileceğini söylemiş olsalar da, kadının camilerde farz namazlar için erkeklere imamlık yapmasının haram olduğunu söylemek gerekiyor.

 

Bunun dışındaki diğer durumlar ise, yani kadının, erkekler ve kadınlardan oluşan kendi ev halkına farz namazlarda imam olması, yine Kur'an okumasını bilen kadının, ev halkının dışındaki Kur'an okumasını bilmeyen erkeklere nafile namazlarda ve teravih namazında imam olması, içtihat alanına giren meselelerdir. Dolayısıyla bu meselelerde tekfir ve teşhir yoluna gitmek bir yana, rahatsızlık bile duyulmaması gerekir.

 

Kadının erkeğe imam olabileceği görüşünde olan fakihler, bu durumda kadının erkeklerin önünde durmayacağını söylüyorlar. Aksine onların arkasında veya onlarla aynı hizada durur. Hatta kadınlara imam olduğu zaman bile kadınların önünde değil ortalarında durur. Mü'minlerin annelerinin uygulamaları da buna işaret ediyor. Gelen bir hadiste Hz. Aişe'nin ve Ümmü Seleme'nin kadınlara namaz kıldırırken onların ortalarında durdukları bildiriliyor.[14]

 

Sudan'daki "er-Rabitatu'ş-Şer'iyye Li'l-ulamâ ve Duât" merkezi, Ümmü Varaka hadisinin zayıf olduğunu söyleyerek Turabi'ye karşı çıkıyor. Ancak bu karşı çıkış yerinde değildir. Çünkü gördüğümüz gibi el-Albanî bu hadisin isnadının hasen olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde İbn-i Kayyım da bu hadisi "kadınların tek başlarına değil, cemaatle namaz kılmalarının müstehap olduğu hususunda sağlam, açık ve sahih sünnet"in bir örneği olarak kabul etmiştir.[15]

 

Suudi Arabistan müftüsü de şu hadisle Turabi'ye karşı çıkıyor: "Dikkat edin! Sakın bir kadın bir erkeğe imam olmasın." Ancak müftünün bu hadisle karşı çıkması gariptir.  Çünkü hadis ilminde otorite olan alimlerinin hepsi de bu hadisin zayıf olduğunu söylüyor. Bu alimlerden bazıları şunlardır: El-Beyhakî (Sünenü'l-Kübra, 3/90), en-Nevevî (el-Hulasa, 2/695), el-Mezzî (Tehzibu'l-Kemâl, 10/522), ez-Zehebî (el-Mühezzeb fî İhtisâri's-Süneni'l-Kebir, 3/1103), İbn-i el-Mulakkın (el-Bedru'l-Munîr 4/433), İbn-i Kayyım (Zâdu'l-Meâd 1/410), İbn-i Kesir (İrşâdu'l-Fakih 1/174), İbn-i Hacer (Telhısu'l-Habîr, 2/531), eş-Şevkanî (Nilu'l-Evtâr, 3/199) ve el-Albanî (İrvau'l-Ğalil, hadis no: 524).

 

Dinden Dönenin Öldürülmesi ve Onlarla Savaşmak

 

Bu kapsamda Turabi'ye yöneltilen eleştirilerden biri de, dinden dönenin (mürtedin) öldürülmesini reddetmesiyle ilgilidir. Belirtmek gerekir ki, dinden dönmeye verilen ölüm cezası konusunda Turabi'nin içtihatta bulunmaya hakkı vardır. Bu konuda Turabi Kur'an ayetlerine, yine sahabeden ve tabiinden gelen rivayetlere dayanıyor.

 

Sahabeler, savaşçı mürtedin öldürüleceği konusunda icma etmiştir. Dinden çıkıp, Raşid hilafet yönetimine başkaldıran mürtedlere karşı Hz. Ebu Bekir'in yürüttüğü "Ridde savaşları" bunun açık örneğini teşkil ediyor. Savaşçı olmayan mürtedlere gelince, içlerinde Ebu Musa el-Eşarî ve Muaz bin Cebel'in de bulunduğu bazı sahabelerden, barış içindeki mürtedin öldürüleceği anlamına gelen sahih rivayetler nakledilmiştir.

 

Buhari'de şu hadis yer alıyor: "… Muaz, Ebu Musa'yı ziyaret eder. Bir de bakar ki orada sıkıca bağlanmış bir adam var. Muaz: Bu nedir? diye sorar. Ebu Musa: Önce müslüman olmuş sonra da dinden dönmüş bir yahudidir, der. Bunun üzerine Muaz şöyle der: Muhakkak ki onun boynunu vuracağım."[16]

 

Buna karşılık Hz. Ömer'den, barış içindeki mürtedin öldürülmeyeceği anlamanı gelen sahih bir rivayet vardır. Bekir bin Vâil oğullarından bir grup, Müslüman olduktan sonra dinden dönüp müşriklere katılmışlar ve savaşta Müslümanlar tarafından öldürülmüşlerdir. Bu olay üzerine Hz. Ömer şunları söylemiştir: "Eğer onları sulh yoluyla esir almış olsaydınız, bu bana yeryüzündeki altınlardan ve gümüşlerden daha sevimli gelirdi. [Enes bin Malik] diyor ki: Dedim ki, eğer sulh yoluyla almış olsaydınız onların durumu ne olacaktı? [Hz. Ömer] dedi ki: Onlara çıktıkları kapıyı arz ederdim, eğer (o kapıdan içeriye girmekten) yüz çevirirlerse onları hapsederdim."[17]

 

Burada sorulması gereken soru şudur: Eğer Hz. Ömer, mürtedin öldürülmesinin Allah'ın koyduğu hadlerden (cezalardan) biri olduğuna inansaydı, mürtedlerin öldürülmesine üzülür müydü? Böyle bir şey varit midir? Hakkın yerine getirilmesi hususunda son derece şedit ve kararlı olan Hz. Ömer, dinden dönmenin cezasının ölüm olduğuna inansaydı onların hapsedilmesinden bahseder miydi?

 

Dinden dönenin öldürülmesi konusunda acele edenler acaba Hz. Ömer'in şu sözlerindeki maksadı idrak ediyorlar mı: "Eğer onları sulh yoluyla esir almış olsaydınız, bu bana yeryüzündeki altınlardan ve gümüşlerden daha sevimli gelirdi."

 

Buna ek olarak tabiinin iki sembol ismi olan Sevrî ve Nehaî de dinden dönmenin bir haddi (cezası) olduğunu kabul etmiyorlar ve onların sürekli olarak tövbeye davet edileceklerini söylüyorlar. Yine bazı Hanefî âlimler de, savaşçı olmadığı için dinden dönen kadının öldürülemeyeceğini söylüyorlar.

 

Biz de Turabi'nin ve diğer çağdaş İslâmcıların söylediklerini tercih ediyoruz. Yani "fikrî dinden dönme" (fikrî ridde) ile "siyasî-askerî dinden dönmenin" (siyasî-askerî ridde) birbirinden ayrı tutulması gerektiğini kabul ediyoruz. Birincisinin İslâm ceza hukukunda herhangi bir cezası yoktur; ikincisinin ise ölüm, hapis veya adil-şer'î bir yönetimin takdir edeceği diğer şekiller arasında değişen bir cezası vardır.

 

Buradaki cezanın sebebi, siyasi-askerî riddenin, İslâm cemaatinin saflarını parçalamak ve onun şer'i düzenine başkaldırmak amacına yönelik olmasıdır. Yani buradaki ceza, din değiştirmeye verilen bir ceza değil, aksine din değiştirmeye eşlik eden suça verilen bir cezadır. Din değiştirmenin cezası ise Allah katındaki ahiret cezasıdır ve bu ceza, insanların vereceği dünyevi cezaların hepsinden çok daha ağırdır.

 

Fikrî ridde ile siyasî-askerî ridde arasında ayrım yapılmasını tercihe şayan kılan sebeplerden biri de, (dinden dönme için kullanılan) "ridde" kelimesinin, Hz. Peygamber zamanında, sonradan fıkıh kitaplarında yaygınlaştığı gibi sadece itikâdi anlamla sınırlı olmadan, daha geniş anlamlarda kullanılmasıdır. Şu kullanım bunun örneklerinden biridir: "Adam dedi ki, Seleme hicretinden irtidat etti (yani döndü)."[18]

 

Savaşçı mürtedlerle savaşılması ile barış içindeki mürtedlerin öldürülmesi arasında ayrım yapılması yeni değildir. İbn-i Hazm bu ayrımı ilim ehlinden bir gruba nispet ediyor ve sonra da bunu objektif bir şekilde açıklayarak şöyle diyor: "Bu ayrımı yapan alimlerden bir kısmı, barış içindeki mürtedlerin sadece sürekli olarak tövbeye davet edileceklerini ve hapsedileceklerini söylüyor. Hz. Ömer'den sahih bir şekilde nakledilen yukarıdaki rivayet örneğinde olduğu gibi.

 

Savaşmanın gerekli oluşu, (öldürmeye) güç yetirdikten sonra öldürmenin gerekli oluşundan farklı bir hükümdür. Çünkü savaş Müslümanlara karşı haddi aşanlarla yapılır. Veya Müslümanların, hakları olan bir şeyi elde etmelerine engel olanlara karşı yapılır. Savaş bu durumda tartışmasız bir şekilde farz ve gereklidir. Onun için Hz. Ebu Bekir'in mürtedlerle savaşmasına yapılacak herhangi bir itiraz yoktur; çünkü bu, hiç şüphesiz hak (gerekli) bir savaştı. Bu hususta sizlere muhalefet etmiyoruz. Zaten Hz. Ebu Bekir ile ilgili olarak şöyle demek temelde mümkün olmaz: O, mürtedleri tövbe etmeye davet edip, tövbe ederlerse serbest bırakmak, tövbe etmezlerse onları öldürmek yoluna gitmeden onlarla savaştı."[19]

 

Barış içindeki mürtedin öldürülmesi konusunda söylenecek nihâi söz, bu hususta nassların zahirleri ile çelişki bulunduğu ve sahabelerin fiillerinde farklılıkların olduğudur. Âlimlerden bu görüşe sahip olanlar, mürtedin öldürülmesini emreden sahih hadislerin zahirlerine dayanıyorlar. Hz. Peygamberin şu hadisi gibi: "Kim dinini değiştirirse, onu öldürün"[20]

 

Mürtedin öldürülmesini reddeden âlimler de, dinde zorlamanın olmadığını söyleyen muhkem ayetlerin zahirlerine dayanıyorlar. Şu ayetler gibi: "Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır." (Bakara: 256). "Eğer Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca iman ederlerdi. O halde inanmaları için insanları sen mi zorlayacaksın?" (Yunus: 99).

 

Ayette yasaklanan zorlamanın, baştan dine girmede yapılacak zorlamayla sınırlı olduğunu, dinden çıktıktan sonra, kılıç zoruyla tekrar dine döndürmek için yapılan zorlamanın bu ayetteki genellemenin kapsamına girmediğini söylemek, kolaycı bir yorumdur. Ayetin üslubunun, Arap dilindeki en güçlü genelleme üslubuyla (nefiy/nehiy ve nekire üslubunda: lâ ikrâhe...) geldiğini göz önünde bulundurursak durum daha iyi anlaşılır.

 

İbn-i Hazm'ın "Müslümanlar, Hz. Peygamberin -vefat edinceye kadar- Arap putperestlerden, ya Müslüman olmak ya da kılıçla muamele edilmekten başka bir şeyi kabul etmediği konusunda ihtilaf etmediler; bu ise dinde zorlamadır" sözüne gelince, bu söz çok dikkatli olmayan bir genellemedir. Çünkü Hz. Peygamber Hicr mecusilerinden cizye kabul etmiştir. Oysa onlar ateşe tapan Arap putperestlerdi. Yine Hz. Peygamber pek çok Arap kabilesiyle barış yapmıştır ve Hz. Peygamber vefat ettiğinde o kabilelerden bazıları henüz İslâm girmemişti.[21]

 

Ridde (dinden dönme) konusunda, senedi âhad, delaleti zannî hadislere dayanan âlimlerin özrü şer'idir ve içtihatlarına da sevap vardır. Bu hususta Kur'an'ın muhkem ayetlerine dayanan âlimlerin ise özrü daha evladır ve sevaba da daha müstahaktırlar. Muhkem ayetleri, âhad hadislerle uyuşacak şekilde yorumlamamız mümkünse de, en uygun olanı âhad hadisleri ayetlerle uyuşacak şekilde yorumlamamız değil midir?

 

Turabi ve onun gibi pek çok kişi bu konudaki görüşlerinde, ayetlerden anlaşılan manalara dayanıyor. Turabi şöyle diyor: "Kim dininden dönerse, dinde zorlama yoktur. Yönetim (devlet) gücüyle tövbeye davet etmek veya cezalandırmak da yoktur. Sadece Müslümanların bu kişilere yaklaşıp onları davet etme ve (şüphelerini gidermek için) onlarla tartışma sorumlulukları vardır. Tâ ki bu kişiler riyaya bulaşmadan ve dünyadaki cezadan korkmadan, halis bir şekilde tövbe etsinler ve güçlü bir imana sahip olsunlar."[22] Turabi ve onun gibi düşünenlerin bu konudaki hadisler hakkındaki yorumları, bu hadislerin sadece "askerî ridde" ile sınırlı olduğu şeklindedir.

 

Dürüst Müslüman bir hâkimin önünde şu seçenekler kalıyor: Dinden dönmenin cezası konusundaki ihtilafları tartıp bunu, cezayı savmak için yeterli bir şüphe olarak görmek; veya bu ihtilafları geçersiz sayıp, iyice tetkik etme yoluna gitmeden, yaygın fıkhî bakış açısına sarılmak.

 

 

Şankiti'nin Turabi'nin görüşleri ile ilgili değerlendirmeleri devam edecektir. 3 ve 4. bölümlerde Dünya Bülteni okuyucuları için hazırlanmaktadır.

 

 

Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.

 

 



[1] El-Efendi: Revulation p'Turabi, 102.

[2] Turabi: Es-Siyasetü ve'l-Hükm, 116.

[3] El-Albânî: Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahiha, hadis no: 663.

[4] El-Albânî: Sahihu Süneni Ebî Davud, hadis no: 4888.

[5] Turabi: El-Mer'etu Beyne Teâlimi'd-Din ve Tekâlidi'l-Müctema, 43.

[6] 21.04.2006 tarihli Şarku'l-Evsat gazetesinde Turabi ile yapılan röportajdan.

[7] İbn-i Teymiye: El-Kavâidu7n-Nuraniyye, 1/78.

[8] İbn-i Teymiye: Nakdu Merâtibu'l-İcma. İbn-i Hazm'ın "Merâtibu'l-İcma" kitabına ekli baskısı, 290.

[9] En-Nevevî: El-Mecmû Şerhu'l-Mühezzeb, 4/223.

[10] İbn-i Rüşd: Bidayetü'l-Müçtehid, 1/153.

[11] El-Albanî, "İrvâu'l-Ğalil" isimli eserinde (2/255) bu hadisin isnadının hasen olduğunu söylemiştir.

[12] El-Albanî: Sahihu Ebi Davud, hadis no: 592. El-Albanî hadisin isnadının hasen olduğunu söylemiştir.  

[13] El-Albanî: Sahihu  İbn-i Hazime, hadis no: 1676, isnadının hasen olduğunu söyledi.

[14] En-Nevevî: El-Mecmû, 4/296. İsnadı hasen.

[15] İbn-i Kayyım: İ'lâmu'l-Muvakkıîn, 2/274.

[16] Sahih-i Buhari: Hadis no: 3444.

[17] Abdurrezzak ve Beyhakî rivayet etmiş ve İbn-i Hazm, Hz. Ömer'den sahih bir yolla geldiğini söylemiştir.

[18] İbn-i Hacer: Fethu'l-Bâri, 12/284. Senedi hasen demiştir.

[19] İbn-i Hazm: El-Muhalla, mesele no: 2199

[20] Sahih-i Buhari: Hadis no: 6922.

[21] Hz. Peygamberin yaptığı bu barışlar hakkında daha geniş bilgi için Muhammed Hamidullah'ın "Mecmuatü'l-Vesaiku'n-Nebeviyye Li'l-Ahdi'n-Nebevî ve'l-Hulafai'r-Raşidin" isimli çalışmasına bakılabilir.

[22] Turabi: Es-Siyasetü ve'l-Hukm, 167.