Dünyada ve Türkiye'de, milliyetçiliğin yükseldiğine ilişkin bir takım görüşler var. Kanaatime göre, Türkiye dâhil olmak üzere hem bölgede hem de dünyada yükselmekte olan milliyetçilik değil, başka bir fenomen. Ne var ki, özellikle Türkiye'nin özel şartlarından dolayı söz konusu fenomen kendini milliyetçilik olarak ifade ediyor veya böyle ifade ediliyor. Keza sokağa indiğimiz zaman da bunun milliyetçilik olmadığını tespit edebiliyoruz.

Arap ülkelerine baktığımız zaman  Arap milliyetçiliği ve Arap sosyalizmi, yani Baasçı ideoloji çökmüş vaziyettedir. Artık bu ideolojinin etrafında bütün Arapları birleştirmek ve bugünkü  küresel saldırılara karşı korumak mümkün olmaktan çıkmıştır. Baasçı ideoloji, sadece teorik düzeyde bir ideoloji değil, aşağı yukarı 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren fiilen iktidarda olan bir ideolojidir. Şu halde, ister Mısır'da Cemal Abdullah Nasır'ın Arap milliyetçiliği ve Arap sosyalizmi ister Michel Eflâk'ın Suriye'de ve Irak'ta uygulanan Baas ideolojisi isterse Lübnan'da Hıristiyan Arapların formüle ettiği milliyetçilik olsun, hiçbiri bugün herhangi bir varlık gösteremiyor.

Aktüel manada bugünkü milliyetçilik yükseliyor mu yoksa yükselmekte olan başka bir şey mi sorusuna, doğru bir cevap bulabilmek için, hem dışarıdan hem de içerden rol oynayan faktörleri göz önüne almak gerekir.

Hemen hemen kabul eder ki, küreselleşme güçlü bir dalga olarak geliyor ve geçen yüzyılın başından itibaren oluşmuş olan yapıları bir bir çözüyor. Mesela bizim ulusalcıların itirazlarına baktığımız zaman diyorlar ki, ekonomi tasfiye ediliyor. Hükümet özelleşme politikalarına yönelmiştir ve bu, küreselleşmenin getirip dayattığı bir politikadır. Hangi hükümet olursa olsun, -kim olduğu önemli değil-, eğer IMF'nin tespit ettiği mali disiplin içerisinde bir ekonomi politikası takip edilecekse ve Türkiye sisteme entegre olacaksa, bu kararları almak zorundadır. Mesela Türkiye'de, devletin kontrolünde olan Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) vardı; bunlar hem devletin hem de iktidar partilerinin kontrolünde olan iktisadi birimlerdi; fakat bunlar ekonomik bakımdan artık verimli olmadıkları, kar etmedikleri ve bütçeye büyük zararlar getirdikleri için özelleştiriliyorlar. Daha doğrusu IMF özelleştirmeyi dayatıyor.

Yine mesela şehirlerde büyük bir nüfus birikiyor ve bu nüfusun istihdam sorunu vardır; zira bunlara iş bulmak son derece güç. Dışarıdan yabancı sermaye geliyor –dünyada hareket halinde olan bir sermaye vardır-; dolaşım halindeki bu sermaye, sınır tanımıyor, Türkiye'ye giriyor. Yabancı sermaye, kendi kurallarını kendisiyle beraber getiriyor; çünkü ancak bu şartlarda geliyor, aksi halde gelmiyor. Kendi kurallarını kendisiyle beraber getirdiği zaman ise, içerdeki geleneksel ekonomiyi çözüyor. Bunların dışında küreselleşme dediğimiz olgu, kültürel açıdan da insanların, zevklerini, damak tatlarını, oturma biçimlerini, her şeylerini değiştiriyor; geleneksel yaşama biçimlerini dönüştürüyor; çünkü kendisine pazar açmak ve tüketici bulmak zorundadır. Böyle olunca da, ulusal çerçevede tanımlanmış olan bütün birimleri çözüyor ve bunlara alternatif olarak yerel ve yöresel olanı öne çıkarıyor.

Bu ilk anda insana cazip geliyor ya da en azından kaçınılmaz bir süreç veya masum gibi görünüyor; fakat küreselleşme öyle ideolojik bir şey ki, yerel ve yöresel olanın içini boşaltıyor, bir meta haline getiriyor, etkili enstrümanlar kullanarak pazarın bir parçası olarak yeniden tanımlıyor. Tabii ister istemez bu, milli veya ulusal olanın çözülmesine sebep oluyor.

Aslında bu küresel dalga karşısında çok büyük bir direnç yok; söylem düzeyinde bir direnç var yalnızca, fiiliyatta bir direnç yok. Şuanda bütün ulus devletler bir sarsıntı geçiriyor; Avrupa, Avrupa Birliği (AB) projesiyle, küreselleşme karşısında ulus devletin geçirdiği sarsıntıyı, krizi aşmaya çalışıyor ve bir ölçüde makul, hasarı kabul edilebilir veya telafi edilebilir noktada tutmaya çalışıyor. Ancak Kuzey Irak'taki gelişmeler, ABD ve İsrail'in Kuzey Irak olayında belli bir rol oynaması ve Türkiye'yi bir pozisyona mecbur etmesi, Türkiye'nin "geleneksel" ve milli çıkarlarının veya politikalarının dışında bir politikanın şu anda gün yüzüne çıkmış olması, içerdeki tepkiyi, milliyetçi bir tepki olarak formüle ediyor. Yakından ve dikkatle bakıldığında, gerçekte insanlar, Amerika'ya, Batı'ya, İsrail'e veya Kürtlerin Kuzey Irak'ta bir oluşum içinde olmalarına kızıyorlar ve bununla bağlantılı olarak Türkiye'nin parçalanacağından endişe ediyorlar.

Ortaya çıkan bu tepkiler, milliyetçilik olarak ifade ediliyor; fakat yükselmekte olan başka bir olaydır; bizim onun üzerinde odaklanmamız ve onu analiz etmemiz lazım. Büyük şehirlerin etrafında işsiz ve umutsuz yaşayan gençler, kayıt dışı ekonomi içinde gündelik hayatlarını zar zor idame ettirebiliyorlar; asgari ücretle belki iş bulabilen, amele pazarlarında günü kurtarmaya çalışan, ama aslında geçinemeyen yeni bir lümpen şehir nüfusu ortaya çıkıyor. İşte söz konusu nüfusun büyük bir tepkisi var. Eskiden tepkilerini futbol stadyumlarında dile getiriyorlardı, şimdi şehirlerin merkezine taşıyor. Milliyetçilik, bu öfkeli umutsuz kalabalıkların ideolojisi olmaya aday olarak saldırgan, kavgacı bir dil olarak yeniden kuruluyor. Şiddet yüklü yeni bir kent sınıfı, yeni bir kent nüfusu geliyor. Bunun bildiğimiz siyasi ve kültürel milliyetçilikle ilgisi yok; bu başka bir olaydır.