Türkiye Dışişleri Bakanlığı görevlilerinin zor bir dönemden geçtiği kanaatindeyim. “Bu da nereden çıktı?”, diyecek olanlara cevabım; kendimden biliyorum, olacaktır.
Yanlış anlaşılmasın, memleketin hâriciyesiyle yakından ve uzaktan herhangi bir ilişkim yoktur. Ancak, yurdışına çıkan herkes, ister istemez, kendisini memleket adına hareket eder bulur. İnsanlar; sizi, sadece bir birey olarak değerlendirmez, amellerinizi ve söylediklerinizi kültürünüz ve ülkenizle öyle ya da böyle bir şekilde ilişkilendirir, bu meyanda onları anlamlandırır. Alacağınız takdir ülkenizin imajına pozitif katkı sağlayacağı gibi eleştiriler de bu imajı kötü etkileyecektir elbet.
Aksi de doğru. Ülkenizin cesur ve ilkeli duruşu sizin imajınıza müsbet katkı sağladığı gibi yanlış ve anlamsız çıkışları da imajınızı olumsuz etkilemektedir. Bu da otomatikman sizi savunma pozisyonuna iter. “Bana ne ya ülkeden!”, pek kabul gören bir savunma değildir.
Bugünlerde Türkiye uluslararası medyanın gündeminde. Malum sebeb de yeni cumhurbaşkanının kimliği konusu. Hele 14 Nisan nümayişi ve bunun küresel medyada ele alınış şekli insanların kafasını iyice karıştırdı.
BBC gibi medya kuruluşları gösteriyi, “Türk halkı laikliği koruma iradesi sergiledi” yorumuyla servis yaptı. Kime karşı? Ülkeyi beş yıla yakındır yöneten AK Parti’ye ve Başbakan Tayyip Erdoğan’a karşı. Güya başbakan veya ona yakın birisi cumhurbaşkanı seçilecek olursa rejim tehlikeye girecek.
Bu güdük gerekçeden sonra anlamsızlığa anlam vermeye çalışan insanların soru yağmuruna yakalanıyorsunuz.
“Ak Parti darbeyle mi iktidara geldi?” sorusuna; hayır, demokratik süreç içinde halkın gönül rızasıyla kullandığı oylar sonucu iktidarda. Kamuoyu yoklamaları gelecek seçimlerde de bu partinin birinci parti olacağı hususunda birleşiyor. Darbeyle iktirada gelmeyi bırakın, darbe tehlikesi atlatmış bir hükümet bu, dediğinizde, muhatabınız anlama gayretini artırıyor ve tekrar soruyor.
“Peki, hükümet beş yıla yakın icraatlarında, ülkeyi Avrupa Birliği’ne tam üye yapma hususunda, devletin önceden belirlediği stratejinin rayını mı değiştirdi?”
Ne münasebet, hayır efendim, diyor ve ekliyorsunuz: AB’ye tam üyelik için gerekli “uyum yasalarını” ülke tarihinde en çok ve en hızlı bu parti kanunlaştırdı. AB’ye mesafeli olan mütedeyyin câmiayı bile bunlar yumuşattı. Bilakis, bu hükümet AB kriterlerini hayata geçirdikçe AB ayak diretmeye başladı.
Siz cevap verdikçe muhatabınızın kafası iyice karışıyor. “O zaman bu parti irticaî faaliyetlerde mi bulunuyor? Ülkeye Şeriat kanunlarını mı getirmeye uğraşıyor?” diye soruyor.
Bu da nerden çıktı, diyorsunuz. Ak Parti, bırakın ülkeyi İslâmlaştırmayı, mütedeyyin câmianın en temel gasbedilmiş mükteseb haklarını, okullarını, Kur’an kurslarını dahi geri alamadı. Başörtü yasağı hâlâ orta yerde duruyor. Başbakanın kendi kızları bile bu yasak sebebiyle ülkede değil okyanusun ötesindeki Amerika’ya eğitim hicretine çıkmış durumda.
“Madem durum böyle, bu kadar gerginlik niye?” sorusu kendiliğinden sökün ediyor. Buna mukabil ben de; bu yasakların kalkma ihtimali bu yasakçı kesimi ürkütüyor. Ancak, asıl sebep de bu değil. Asıl sebep, Osmanlı sonrası kurulan sistem kendi rantiye sınıfını kurdu. Onlar, üretmeden zengin olmayı, rekabet etmeden ticaret yapmayı, kalitesiz mallar üretip halka kazıklamayı alışkanlık hâline getirdiler.
Devlet ihâlelerini kendi aralarında paylaşarak bugüne geldiler. Halkın içinden çıkmış atılım ruhu yüksek yeni işadamı sınıfını içlerine sindiremiyorlar. Her ne pahasına olursa olsun bu yeni sınıfı, memleketin ekonomik pastasından paylarına düşeni almaktan uzak tutmak istiyorlar. Bunu yapabilmek için de ellerindeki en güçlü aparat “irtica” yaygarası.
Halk ve devlet arasındaki gerginlikten beslenen bu zümre ülkenin bu çatışmayı artık sürdüremeyeceğini görmek durumundadır. Sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetmemek uğruna, “rejim krizi” çıkartarak statükoyu korumayı başaracaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar. Çünkü, sadece iç dinamikler değil, dış dinamikler de bu kurulu ağababa düzenini kaldıramıyor.
Türkiye’deki sorunun sebebini böyle özetledikten sonra, muhatabınız, ülkede nelerin döndüğünü anlamaya başlıyor. Çünkü kriz nedeni olarak gösterilen cumhurbaşkanlığı makamının “sembolik temsil gücü”nün başörtülü hanımı olan birine geçmesi inandırıcı gelmiyor kimseye. Zira başbakanlık makamının da, meclis başkanlığının da aynı düzeyde sembolik anlamı var. Bu makamlara hem de halkın iradesiyle gelebilmiş kişiler cumhurbaşkanlığı makamına layık görülmüyorsa, bu makamlara yaklaşamamış kişiler mi layık olacak!?
Memleketin hâriciyesi, ülkede olanları yukarıda benim açıkladığım minvalde açıklayamayacaktır elbette. Bundan dolayı da, onlar çok zor günler yaşıyor, derken haksız mıyım?