Geçen gün Londra’nın High Road Auctions isimli müzayede salonunda, Karacaahmet Mezarlığından çalınarak yurtdışına kaçırılan 4 adet Osmanlı Mezar taşı açık artırımla müşterilerin beğenisine sunuldu. Sözkonusu mezar taşlarının İstanbul’dan götürüldüğü basında yer alınca Kültür Bakanlığı adıgeçen şirket ve Londra makamları nezdinde girişimde bulunarak mezar taşlarının satışını durdurdu. Satıcılar mezar taşlarını Girit’ten aldıklarını iddia etmişlerse de, Rodos Adasındaki Müslüman Mezarlığının taşlarının tamamı Şovalyeler Şatosunun onarımında kullanıldığına göre Girit Adasında bugüne kadar Osmanlı Mezar Taşlarının kaldığını zannetmek fazla iyimserlik olur. Hali hazırda taşların bize ait olmalarının ispatlanması beklenmektedir. Biz Karacaahmet Mezarlığından çalındığı belli olan mezar taşlarının kaçırılış hikayesini ünlü Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’dan dinleyelim.
Yer Karacaahmet Mezarlığı, Tarih 18 Mayıs 1982. Meşhur Hattatlarımızdan Hamit Aytaç (Hamid-i Amidi) Şeyh’ul Hattatin Hamdullah Efendinin yakınına defnedildikten sonra Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı ile Harem’deki evinin yanına kadar birkaç kişi ile beraber yürüme imkanına eriştik. Ünlü tarihçi,bu yürüyüş sırasında Karacaahmet Mezarlığında bulunan mezar taşlarının nasıl çalınarak yurtdışında satıldığını anlattı. Bu yürüyüş sırasında dikkatimi çeken önemli bir husus, yanından geçtiğimiz her ünlünün mezar taşını görünce bir önceki anlattıklarını uzatmayarak gördüğü yeni mezar taşının altında medfun olanın ismini okuyup hayatını anlatması idi. Sanki tarih yürüyor mezar taşları dile geliyordu. (İbrahim Hakkı Konyalı, mermerden yapılmış iki kişilik kendi mezarını da bize gösterdi). Arşivlerimizin Bulgarlar tarafından adeta yağmalanması olayına bir iki cümle ile giriş yaptıktan sonra sözü Karacaahmet Mezar Taşlarının nasıl yağmalandığına getirdi ve her iki yağmaya karşı kendisinin aldığı tedbirleri şöyle anlattı.
“…bir gün yine Sahabe-i Kiramım da medfun bulunduğu Karacaahmet Mezarlığını gezerken her biri bir sanat eseri gibi kıymetli mezar taşlarının yerlerinde olmadığını gördüm ve sebebini araştırmaya başladım. Meğer Cumhuriyetin 50. yılı münasebetiyle 1973 senesinde çıkarılan af kanunundan yararlanıp serbest bırakılan sabıkalılar, topluma uyum sağlamaları için çeşitli kurumlarda işe alınmışlar. Bu mahkumlardan bazıları da İstanbul Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğünde istihdam edilmiş. Suç işlemeye meyyal bu insanlar yapıları gereği yine boş durmamışlar ve bu sefer mezar taşlarını yasal olmayan yollardan yurtdışına kaçırıp satmaya başlamışlar.
Bu organize olayı duyunca, bütün tarihi eserlerin envanterinin hazırlanması için girişimlerde bulundum. Zamanın Başbakanı olan Prof. Sadi Irmak Konya Seydişehir’den öğrencim idi. (TBMM’den güvenoyu alamayıp Türkiye’yi 1,5 yıl idare eden CHP kökenli 12 Mart muhtırasının getirdiği teknokrat Başbakan). Vahim durumu Başbakan’a anlatmak için Ankara’ya gittim. Sadi Irmak beni dikkatle dinledi, anlattıklarımı not aldı ve bütün vakıf eserleri, vakfiyeler, tarihi eserler vs yazılı ve abidevi kültürel varlıklarımızın kayıt altına alınması için ilgililere talimat verdi (Vakıflar Genel Müdürlüğü Tescil Dairesinin kuruluşu muhtemelen bu diyaloglara dayanmaktadır). Ünlü Tarihçi kendi eliyle yaptırdığı mezarının yanından geçerken şöyle dedi: Yarın ben ölürsem benzer şekilde çalınan mezar taşlarının bize ait olduklarını ispatlamak için bunları tescil ettirdim. Onun için aklınızda bulunsun, siz de sizden sonraki nesillere anlatın. Bütün tarihi mezar taşları kayıt altına alınmıştır, çalınmalarına bu şekilde engel olmunmuştur”.
Aslında mezar taşlarının kime ve nereye ait oldukları taşlarda yazılıdır. Sözkonusu isim İbrahim Hakkı Konyalı’nın kayıt altına aldırdığı envanter kayıtlarıyla karşılaştırıldığında taşların nereden çalınıp yurtdışına kaçırıldıkları rahatlıkla anlaşılır. Kaldı ki bu kayıtlar bugün bilgisayar ortamına da resimleriyle birlikte aktarılmış olup, mukayese yapma imkanları daha da kolaylaşmıştır. Sözkonusu mezar taşlarının aidiyet adresi Dışişleri ve İçişleri Bakanlıkları değil İstanbul Büyükşehir Belediyesi veya Vakıflar Genel Müdürlüğü Tescil Dairesidir. (Müzayedeye sunulan eserlerin Girit Adasından götürüldüğünün iddia edilmesi inandırıcı değildir. Vakıa, Yunan Adalarında hayli Osmanlı eserleri mevcut. Bu beyan, 1990 senesinde Rodos’daki Fethi Paşa Kütüphanesinden çalınan el yazması 3 adet Kur’anı Kerim’in yine Londra Sotheby’s Müzayede Salonundan yaklaşık 350 bin Sterline satılmasını ve envanter kayıtlarını bildirmek suretiyle anılan kütüphaneye iade edildikleri olayı hatırlattı).
Ülkemizde tarihi eserlerin muhafazası maalesef antik eserler gibi ayrıntılı yönetmeliklerle yasal zemine oturtulmamıştır. Bu konuda Prof. Ahmet Mumcu’nun Türkiyede Antik ve Eski Eserler Hukuku başlıklı detaylı bir makalesi vardır. Osmanlı Eserleri antik eserler kategorisinde sayılmamaktadır. Tarihi Eserlerin satışı ve korunması konusunda yasal boşluklar var. Bir camide asılı tarihi bir hat levhasının korunması konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Gn. Md.ğü ve Kültür Bakanlığı arasında yetki kargaşası mevcut. Vakıflar ile Diyanet İşleri Başkanlığı iç içe kuruluşlar olup eskiden tek çatı altında olmalarına rağmen, bugün bir levhanın zayiinden hangi kurumun sorumlu olacağı belli değil.
Öte yandan, belki anlatımı ve anlaşılması zor olacaktır ama geçmişimizle ilgili olarak, tarihi kültürel mirasımızı ret ettiğimizden bu yana problemler art arda sökün etmeye başladı. Bir yandan eskiye sahip çıkan bir toplum, öte taraftan kendini özellikle Osmanlı eserlerini yok etmek için görevlendirmiş bir zümre var. Yani kağıt üzerinde Osmanlı eserlerini korumaya dair yasalar var ancak uygulamalar maalesef eserlerin yok edilmesi yönünde tecelli etmiş. Vakıf eserleri, mezar taşları, camilerdeki hat eserleri korunamamış. 1935 senesinde çıkarılan bir yasa ile mazbut vakıflar devlete aktarılmış ve bilahare uzun zamana yayılan taksitlerle şahıslara adeta peşkeş çekilmiş. Hazineye ekonomik yönden büyük katkıları olan evkaf varlıklarının yüzde 35’i kuruluş gayelerinin aksine devlete devredilmek suretiyle adeta altın yumurta yumurtlayan tavuk kesilivermiş. Mesela, Ankara Hukuk Fakültesi, Ankara Palas ve Ankara Numune Hastanesi evkaf idaresinin paralarıyla yapılmış. Ankara Numune Hastanesinin eski adı (Vakıf) Guraba Hastanesi iken 1925 tarihinde çıkarılan bir yasa ile Numune Hastanesi olarak değiştirilmiş ve 1933 senesinde de Evkaf İdaresinden 675.000 (Altıyüz yetmişbeşbin) Lira alınarak bugünkü hale getirilmiş. Evkaftan alınan bu paralar da vakıf guraba isminin geri verilmesine kafi gelmemiş.
Bazı çevreler, antik eserlerin izini sürüp ta okyanus ötesindeki müzelerden geri getirme mücadeleleri verirken aynı duyarlılığı nedense Osmanlı eserleri konusunda göstermemeleri sanırım tarihi eserlere yukarıda anlatılan farklı kültürel zaviyelerden bakmaktan kaynaklanmaktadır. Bir zamanlar, 1057 Sayılı yasaya aykırı diyerek Osmanlı tarihi eserlerine karşı özellikle aleni bir kıyım başlatılmış. Maalesef bu zihniyeti taşıyan insanlar yıllar sonra ya mezarlıklar müdürlüğü ya anıtlar kurul üyeliği gibi görevlere gelebilmişlerdir. Hala vakıf ve diğer tarihi eserlerin ehliyetsiz müteahhitler tarafından restore edilmesi sırasında gerekli ihtimamın gösterilmemesi bu zihniyetin metod değiştirmesi sebebiyledir. Yıkamadıklarını yanlış restorasyonlarla anlamsızlaştırmak istiyorlar. Bugün tarihi eserlerin korunmasına dair yönetmelikler 1884 tarihinde Osman Hamdi Beyin hazırladığı Nizamnamenin gerisindedir. Batı ülkelerinde vatandaşların elinde bulunan tarihi özellikler taşıyan eserler en yakın müze uzmanları tarafından belli aralıklarla yerinde denetlenmekte ve yurtdışına satılmaları bu şekilde engellenmektedir. Bu nizamnamelerden hareketle tarihi eserlerin yönetmelikleri detaylandırılabilinir. Yetki kargaşaları giderilebilir.
Tarihi eser duyarlılığı konusunda, Kültür Bakanımızın yaptığı açıklama son derece önemlidir. “Mezar taşları hayatın ve tarihin özetidir, hayatın kodlarının nakşedildiği eserlerdir. Bunların korunması da kültürel mirasımızın korunmasının önceliklerindendir.Kültürel mirasın korunması, 'geleceğimizin tarihinin inşası için temeldir...” Bugüne kadar benzer açıklamalar hiç bir Kültür Bakanımızdan duyulmamıştır. Umulur ki bu beyanların fiili uygulamalarını görmek de mümkün olur. Mesela, eskiden bazı yerel yöneticiler tarafından yanlış yorumlanarak Osmanlı tuğraları taşıyan eserlerin yok edilmesini tetikleyen 1057 sayılı yasanın miadının dolduğu yeni bir yasa ile tescil ve ilan edilebilir ve bu şekilde tarihi eserlere karşı duyarlılık daha da kuvvetlendirilebilir.
Topkapı Sarayının bahçesindeki bu çeşmenin alnında bulunan tuğra Osmanlı Hanedanını hatırlattığı için 1057 sayılı kanun gereğince kazılarak yok edilmiş. Oysa her gün Topkapı’yı gezen binlerce turist kafilelerine rehberletarafından Osmanlı Hanedanı hakkında uzun bilgiler verilmektedir. Sözkonusu kanunda tarihi eserlerin estetiğinin bozulmaması yazılı iken burada tuğra tamamen yok edilmş. İstanbul’da buna benzer sayısız tarihi eser var.