Türkiye’de siyaset, ülkenin ataerkil toplumsal dokusunun bir uzantısı olarak erkek egemen bir sahadır. Siyaset arenasındaki az sayıdaki kadın varlığı bu gerçeği değiştirmez.

 

Bilindiği gibi Cumhuriyet sonrası, “kurucu elit tabaka”, siyasi alanı kadın-erkek arasında adil paylaşıma tâbi  tutmaya  ahdetmişti. Bunu sağlayabilmek için de devrim niteliğinde kanunlar çıkartmış, hâlâ da toplumsal gerginliğe yol açan birçok ilke imza atmıştı.

 

Bu meyanda toplumun önüne Cumhuriyet kadınını temsilen rol modeller kondu. Rol modeller Batılı kadını taklit ederken, Türk kadını da bu taklitcileri taklide zorlanmıştı.

 

Ortada tam bir ironi vardı. Dinî ve geleneksel olana “taklide savaş” sloganlarıyla taarruz başlatılmış, Batılı olan modern ve lâ dinî yaşam tarzı ise körü körüne topluma empoze edilmişti. “Günümüzde de böyle” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Doğru söze ne demeli!

 

Kültür aşılama programları bu coğrafya kadınının kendisine, değerlerine ve tarihine yabancılaşmasını içerdiğinden kısmî başarılara rağmen maksadına tam ulaşamadı.

Aslında hedeflenen neydi? Ülkenin kalkınması, çağdaş dünyada layık olduğu yeri alması, bilgi üretme yarışında “Ben de varım” diyebilmesi, toplumun en azından yarısını oluşturan kadınların toplumsal kalkınma hamlesinde aktif görev alması mı?

 

Bu hedefler; asimilasyon dayatmaları olmadan, toplumsal kimlik korunarak ve en önemlisi de devlet ve toplum arası çatışmaya dönüşmeden gerçekleştirilemez miydi? “Modernite” mâceramız, yaşadığımızdan daha farklı bir tecrübeyle yaşanamaz mıydı?

 

 Bu soruya özellikle batılılaşma ideolojisine angaje olmuş toplumsal kesim cevap aramak zorundadır.  Tabiî, hemen “hayır” deme kolaylığına düşmeden.

Bu kesim, bu sorunun cevabını ararsa içine düştüğü şizofreni hâlini de belki görür veya en azından böyle bir sorunu olup almadığını düşünmeye başlar.

Kamusta içe kapanma, gerçeklere kayıtsızlık ve şahsiyet ikileşmesi olarak tanımlanan şizofreni bu elit tabakanın serencamını en iyi ifade eden kelime olsa gerek.

 

Ne tam kendisi olabilen ne de tam öteki... Bir bünyede iki kişilik taşımak kolay olmasa gerek.

 

Hâlihazırda yaşadığımız siyasi kriz yukarıda gündeme getirdiğimiz konuyla yakından alakalıdır. Çünkü, zinde güçlerin tehdit diye algıladıkları, ve bu vehimden yola çıkarak ülkeyi içine sürükledikleri kriz olgusu; memleketi kalkındırma, toplumsal barışı sağlama ama bu arada kimliğini de koruyabilme arayışına yeni bir açılımdır. Ama, modernite içinde bir açılım..

 

Bu açılım modernite dışında ideolijik bir açılım olsaydı, merak etmesinler, önce Avrupa Birliği ve ABD karşı çıkacaktı buna. Onların bu açılımı desteklemesi gafletlerinden değil, sadece vakayı iyi bilmelerindendir. Yoksa onlar Türkiye’yi kimilerinin zannettikleri gibi asla şeriatcıların eline bırakmazlar.

 

Siyaset deyince akla seçilmişler gelmesin. Bu ülkede atanmışlar seçilmişlerden daha çok siyaset yapar. Bazen siyasetin de üstüne çıkar, toplum mühendisliğine bile soyunur. Hem maaşını milletten almaya yüksünmez, hem de millete keyfi dayatmalarda bulunmayı cumhur  adına görev telakki eder (!)

 

Ama artık kabak tadı vermeye başladı. Kimsenin “halkın iradesine” posta koyma lüksü olamaz, olmamalı. Erkek egemen siyaset, hele hele kadın üzerinden siyaset yapmayı bırakmalı. Ne dindar kadına, ne de eşi dindar olan erkeğe milleti temsil etme yetkisi vermek istemiyorlar. Bu modernitenin sınırlarına razı olsalar da böyle.

 

Not: Birkaç gün önce gerek görsel ve gerekse yazılı basında çıkan, “Türban saraya girdi, Malezya ayakta” başlıklı asparagas bir haber yayımlandı. Bana gelen e-mailler ve telefonlar bu konuda kısa da olsa bir tashih notu düşmemi zaruri kıldı.

 

Öncelikle; “Malezya’da, 1957 yılında bağımsızlığın ilan edilmesinden bu yana ilk kez başörtülü bir kraliçe” iddiası gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü Malezya’da başörtülü kraliçe daha önceden de vardı.

 

“Yeni kralın başörtülü eşini muhalefet partileri protesto etti” haberi de gerçek değil. Birçok Malezyalı akademisyen arkadaşla görüştüm, tümü olayı yalanladı.

 

Son olarak Malezya hakkında biraz malumatı olan herkes bilir ki bu memlekette başörtüsü problemi diye birşey yoktur. Başörtüsü Malay hanımların milli kıyafetidir. Burada bir kamusal alan hurafesi de söz konusu değildir.

 

Ayrıca, başörtüsü devlet eliyle dayatılan bir giyim tarzı değildir. Tamamen kişilerin hür iradesine bırakılmıştır.

 

Burada asıl cevap aranması gereken husus; TBMM’de cumhurbaşkanı seçiminin ilk oylamasının yapılacağı gün, kimler ve niçin asparagas bir haberle başörtüsünü Malezya üzerinden gündeme sokmuştur? Kime, ne tür mesajlar gönderilmiştir?

 

Bu sorular, e-muhtıra sonrası daha da anlam kazanmaktadır.