Bizdeki sığ kamusal alan tartışmalarında, sivile ait alanı, sırf dini toplumsal hayattan dışlamak adına devlet alanı gören zihniyetin yaptığı, aslında, düpedüz din karşıtlığıdır. “Toplumsal hayatta dini görmek istemiyoruz”, deme cesaretini gösteremeyenler, sûret-i hakdan gözükmek için hukuksal bir dâvânın haklı taraftarları pozlarına giriyorlar. Tabiî, bu naiv gayretler zevâhiri kurtarmaya yetmiyor.

Dini beşer ürünü telakki ettiklerinden, akıllarınca, dinin barındırdığı çağa uymayan ne varsa, değiştirilebilir ya da çöpe atılabilir. Bu zihniyete göre, kamusal denilen alan da tartışmasız modern devletin hâkimiyetindedir.

Dogma hâline getirilen modernite adına, modernitenin hâkim kabul edildiği alanda her aykırı görüntü sınırlanabilir ve gerekirse yasaklanabilir.

Neyin çağdaşlığa aykırı olup olmadığına kim karar verecek? Doğal olarak modernite kilisesinin papazları. Onlar, “kutsal modernite”nin yeryüzündeki temsilcileri olduğuna göre, yeryüzünü o otorite adına çekip çevirme hakkını kendilerinde görüyorlar.

Biliyorum, kimi okurlar bıyık altında gülümsemekte ve; “Modernite zaten dünyevîdir, profandır, nasıl oluyorda lâ dinî olana kutsallık atfedilebilir?” diye itiraz etmekteler.

Haklılar tabiî. Ama ben de haklıyım, çünkü, bizdeki modernite modernlik iddiasındakilerin elinde “dogma”laşmıştır, dinleşmiştir.

Farkındaysanız kimi devlet ricali, sahip olduğumuz sistemin ebediyete kadar yaşayacağını söylüyor. Bununla da kalmıyor, aykırı düşünenleri rejim düşmanı ilan edip, halkı onlarla mücâdeleye çağırıyor.

Ama, nedense şu gerçeği görmek istemiyorlar: Beşer, ölümlüdür. Ve beşerin ürettiği hiçbir sistem ölümsüz olamaz. Basit mantık kuralıdır; ölümlüden ölümsüz tevellüd etmez, diye. Böyle bir girişimde bulunmak beşerî olanı tanrılaştırmak olur. Evrenin dahi ebedi olduğunu kimse savunmazken, evren içindeki bir nokta hükmündeki insanın fikri ameli olan bir düşünceyi ölümsüz addetmek, bir akıl tutulması değilse nedir?

Modernite zaten “ölümsüz” ve “değişmez” addedilen fikirlere, sistemlere ve kurumlara bir başkaldırının ürünüydü. Modernitenin bir ruhu varsa eğer, o da şüphesiz “değişim”dir. Hem de sürekli değişim. Değişimin durduğu yerde modernlik hâlinden bahsedilemez.

Modernite adına değişime karşı çıkmak, insan ürünü fikirleri eleştirilemez ve ölümsüz kabul etmek, her şeyden önce modernitenin ruhuna kezzap dökmektir.

Moderniteyi katledip, modernite adına kamusal alanı devlet alanı gören bu zihniyet, İslâm’ı, İslâm’a rağmen, kamusal alanda kontrol altına almak, sınırlamak ve mümkünse devlet sosyal mühendislik projelerinde araç kılmak istiyor.

İslâm buna direndiği içindir ki ortada mütedeyyin kitleyle devlet arasında bir gerilim ve karşılıklı bir güvensizlik var. Dindar kesim, dine dayatılan mühendislik projelerine, dinin ruhuyla uyuşmadığı için karşıdır.

Bu din; hayata rengini vuran tevhidî ilkeleriyle, getirdiği ahlâk sistemi ve ibâdet unsurlarıyla, kamusal hayatta ete kemiğe bürünmek iddiasındadır. İslâm’ın mesajının gâyesi de budur.

Bireyin toplum içi hayatına yansımayan bir din, İslâm nazarında merduttur. Toplum, dâreynde felaha ulaşması için gönderilen ilahi mesajı bünyesinde canlı yaşamak zorundadır.  Bu da otomatikman dinin kamusal alana inmesi demektir.

Meselâ, câmisiz bir Müslüman toplum düşünebilir misiniz? Câmi dediğimiz mabed tam da kamusal hayatın merkezinde değil midir? Cuma namazı saatinde toplumun önemli bir kesimi için, hayat, câmilerde, huzuru ilâhide huşuya durmak anlamına gelmiyor mu?

Oruç ibâdeti, kamusal alanda yaşanmamakta mıdır? Mü’min bireyin adım bastığı her alan, oruç ibâdeti ikliminin tezahür ettiği alan olmuyor mu?
Hele zekat ibâdeti, tam da kamu içinde yoksulları gözetmek, zenginle fakir arasında bir ünsiyet inşa etmek farz kılınmıştır.

Meselâ, faizin haram kılınmasındaki gâye kamunun, yani ammenin yararını gözetmek için değil midir? Başörtüsü emrine gelelim. Başörtüsü bireysel bir ibâdet olduğu gibi, neticede ammenin maslahatını da gözetmeyi hedeflemiyor mu?

Bu misalleri çoğaltabiliriz. Ama ortaya şu kesin sonuç çıkacaktır: İslâm, kamusal alansız olmaz. İslâm’ı kamusal alandan uzaklaştırmaya ya da sınırlamaya çalışanlar bu dinin doğasını bilmemekteler. Veya bildikleri hâlde, din mühendisliğini mümkün görmekteler.

İslâm’ı bireylerin kalplerine hapsedebileceğini düşünen yasakçı zihniyet ideolojik ve çıkar kavgasını hukuk üzerinden hukuku katlederek yürütmektedir. Lâkin, yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi, bunların yaptığı hem modernitenin ruhuna aykırı, hem de dinin.

İslâm, iman eden bireyin hayatını kuşattığı kadar iman eden toplumların da hayatını kuşatır. İman eden toplum her nerede ise İslâm’ın öğretilerinin tezâhürü de oradadır. Aksi düşünülemez zaten.