Batı uygarlığının bizi içine attığı üçüncü çatışma alanı, “insan ve tabiat arasındaki çatışma”dır. Cevabını aramamız gereken soru şudur: İnsan neden tabiatla çatışıyor?
Modern insanın zihni altyapısını oluşturan felsefi iklim yaratıcı bir Tanrı fikrine sahip değil. Modern insana göre Allah, tabiata müdahil değildir. Bu varsayıma göre biz tabiatın bir parçasıydık fakat daha sonra ondan koptuk. Tabiattan kopunca, zaman içinde ona yabancılaştık, tabiat bizim düşmanımız oldu, onunla çatışmaya başladık. Bizim tabiatı hâkimiyetimiz altına almamız gerekir. Bilimsel bilgi, bize tabiatı hâkimiyetimiz altına alma gücünü sağlar. Aristo, “bilgi güçtür” demişti. Bacon da onun gibi düşünür, bilimsel yöntemin, tabiata işkence ederek onun zafiyetini ve sırlarını elde etme yöntemi olduğunu savunur.
Bacon, İngiliz kraliyet mahkemelerinde savcıydı; ancak asıl mesleği savcılık olmakla beraber bilim ve bilim felsefesiyle de ilgileniyordu. Bacon, görevi gereği, suçlular işkenceyle konuşturulurken başlarında duruyordu. Günün birinde bir zanlının ağır işkenceler altında suçunu itiraf ettiğini müşahede edince, kafasında muazzam bir şimşek çaktı, şu fikre vardı: “Biz de tabiata bu şekilde işkence etmeliyiz ki, o da bize sırlarını versin.” Bacon böylelikle deneysel yöntemi bulmuş ve bu şekilde de kullanmıştır.
Bir Batılı için deneysel yöntem, tabiata işkence ederek, onun iç sırlarını elde etmek, zaafını yakalamak ve ona hükmetmenin etkili yoludur. Çünkü o ontolojik olarak kendisini tabiatla çatışma halinde görüyor.
Biz Müslümanların varlığı ve tabiatı görme biçimimiz farklıdır. Bizim için kâinat Nefes’ür Rahman, yani Allah’ın nefesidir, bizim emrimize musahhar kılınmıştır. Biz onun üzerinde sadece bir emanetçiyiz; yaratıcısı, maliki ve sahibi değiliz. “Göklerin ve yerin ve her ikisi arasındakilerin mülkü Allah’ındır”. Bütün bunları Allah, bir süreliğine, bizim fayda ve yararımıza vermiştir.
Varlıkta muhteşem bir konumda bulunuyoruz: Bilimlerin, bilimsel çalışmaların ve bilim adamlarının tespit ettiği, tüm galaksi ve gezegenlerin bizim Samanyolu’muzu kıvamda tutmak için olduğu gerçeğidir. Yine bütün bir Güneş Sistemi de bizim gezegenimiz kıvamda tutmak için çalışmaktadır. Dünyamız, bütün bir sistem içinde belki bir nokta, bir iğne ucu kadardır. Fakat şu ana kadar elde edilen bilgiler bize şunu gösteriyor ki, yalnızca yeryüzünde hayat vardır; sular, nehirler, hayvanlar, ormanlar, tabiat yalnızca burada, bizim dünyamızda bulunmaktadır. Hakkıyla düşünüldüğünde bu çok olağanüstü bir şeydir. Biz buradayız, dünyadayız. Bize ait olmayan bir mülk üzerinde kiminle çatışıyoruz? Kimin mülküne sahip çıkıyoruz?
Batı uygarlığı sadece insanın fıtratı, öteki ve tabiatla çatışmakla kalmıyor, “Allah ile çatışma” halinde bulunuyor. Kişi ne kadar nefsini tatmin etmek için çalışırsa çalışsın, tatmin edemez. Bu, susuz olan bir insanın tuzlu su içmesine benzer; içtikçe daha çok içer, içtikçe daha çok susar.
Modernlik, insana özgürlük, refah ve güvenlik vaat etmişti, hedefi yeryüzünde cenneti kurmaktı. Bu vaadler adına kalkınma, uygarlık, gelişmişlikten başka süreçler başlatamadı, fakat ne söz konusu vaadler gerçekleşti ne insan mutlu oldu. Çünkü insan çatışmayı kendi özünde yaşamaktadır.
Somut örneklerine bakacak olursak, mesela Çin Halk Cumhuriyeti, 1 milyar 300 milyon nüfusa sahip devasa bir ülkedir. Çin, yakaladığı performansla dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden birisidir. Çin büyüyor, ama henüz tüketmiyor. Günün birinde Çinlilerin de Amerikalılar gibi araba kullandıklarını düşünelim. Amerikan’ın 320 milyon nüfusu var, trafikte seyir halinde 523 milyon arabası var. Sonra Hintlilerin, Brezilyalıların, Endonezyalıların vd. de bu şekilde araba kullanmaya başladığını düşünelim. Yeryüzündeki hayat bir ayda duracak, yaşamak mümkün olmayacaktır.
Bu sistem, ölüm ve yok olmayı kendi içinde barındırmaktadır. “Sahici” değildir, “mümkün” de değildir.
Nereye kadar büyüme ve kalkınma? Bunu bilmiyoruz. Dolayısıyla modern sistemin en önemli zaafı, gücüdür. Zaafı gücünde yatmaktadır. Dinamosu devamlı büyümek olan bir sistem, büyümek zorundadır, duramaz. Durduğu an çöker. İşte bu, aynı zamanda onun zaafıdır da. Bir bina düşünün ki, altında ne varsa çekip alıyoruz. Ne olacaktır? Günün birinde bina çökecektir. Yeryüzü tabakalarının altında ne kadar maden, gaz, kömür yatağı varsa, boşaltıyoruz ve tüketiyoruz. Günün birinde bina göçer, ne olacağını Allah bilir. Ne adına? Daha çok tüketim, istifçilik, şehvet ve iştihanın tatmini.
İnsanı önce Allah’la, sonra kendi özvarlığı, yani nefsi, ardından diğer insanlar, yani “öteki”yle ve elbette tabiatla barıştıracak bir perspektife ihtiyacımız var. Silm ve selamete dayanan İslam bize bu imkanları sunmaktadır.