Kent kültürü ve bu kültürün getirdiği kentli yaşam biçimi baş döndürücü bir hızla gelişip yaygınlaşıyor. Yaygınlaştıkça da kendini (bir şekilde) kabul ettirdiği insanlara her geçen gün yeni zorunluluklar dayatıyor. Ne kadim gelenekler, ne toplumsal kurallar ne de kişisel prensipler bu kültürel erozyona karşı ayakta kalabiliyor. Hele büyük şehirlerde daha etkin bir biçimde gelişen bu ‘kent tandanslı kültür’, kendisine has bir yaşam biçimi oluşturuyor. Aslına bakılırsa, temeli tüketim ve maddeye dayalı bu kültürün kökeni gibi rotası da belirsizlik üzerine kurulu. Hayatı iş-ev arası bir maratona dönüştüren sözüm ona bu ‘modern yaşam biçimi’ en çok insanlar arası ilişkileri zedeliyor. Çünkü bu kültürün temel mantalitesi, eşyalar gibi insan ve insan ilişkilerini de asli niteliklerinden uzaklaştırarak, maddeci bir anlayış kazandırmak, toplumsal yapıyı ve bu yapıyı oluşturan temel unsur olan aileyi, yapay yaşam tarzına katabilmektir. İçinden geldiği gibi davranan tiplemelerin vazgeçilmez ismi Nicolas Cage’in başrolünü oynadığı ‘The Water Man /Fırtınalı Hayatlar’, çarpık yeni kent kültürü anlayışının kültürünün kendisini önce kendi iç dünyasından daha sonra da ailesinden koparan bir babanın dramını anlatıyor.

 

David Spritz (Nicolas Cage), Chicago kentinde, bir televizyon kanalında hava durumu sunuculuğu yapıyor. David’in hayat macerası ile işi arasında çok büyük benzerlikler var. Çünkü hayatı da tıpkı aniden değişen hava koşulları gibi sürekli zikzaklar çiziyor. Önüne geçemediği sorunları bir süre sonra onu boşanmanın eşiğine getiriyor. Bu problemi henüz atlatamamışken bu kez Nobel ödüllü edebiyatçı olan babası ağır bir hastalığa yakalanıyor. Sorunlar bu kadarıyla da bitiyor. Ayrıldığı karısı ile birlikte kalan iki çocuğu ile arası açılıyor. Kısa bir süre sonra da iki çocuğunun içine düştüğü sorunlar yumağı ile karşı karşıya gelen David, kendisini ve yaşadıklarını sorgulamaya başlıyor. Sadece ailesi ile değil, çalıştığı iş yeri ile de problemler yaşayan David’i Chicagolular da pek sevmiyor. Hatta sokakta gördükleri yerde ‘hey, hava durumcu!’ diye seslendikten sonra onu yiyecek ve içeceklerini fırlattıkları bir hedef tahtasına dönüştürenler azımsanacak kadar değildir. David bir süre sonra bunları taşıyamaz bir hale geliyor.

 

Kariyer ve para peşinde koşturan David, içine girdiği bunalımdan kurtulmak için yaptığı bazı hataları telafi etmeye çalışıyor. Önce karısı daha sonra da babası ve çocukları ile bozulan ilişkilerini düzeltmek için çaba sarf ediyor. Ne var ki bu pek de sandığı kadar kolay olmuyor. Çünkü o daha iyi bir Tv’de işe girmek ve daha çok para kazanmaya çalışmakla meşgulken, ailesi ve babasına karşı takındığı sorumsuzluk ve ilgisizlik bütün bir aileyi darmadağın etmiştir. Her özür dileme girişimi geçmişte yaptığı hataların derdest edilmesine zemin hazırlıyor. Büyük uğraşlar sonucu ilişkisini normale dönüştürdüğünde, çocuklarının yaşadıklarını daha iyi görüyor ve bu onu hayrete düşürüyor. Küçük kızının girdiği kimlik bunalımı ve kötü arkadaşlıklara, oğlunun maruz kaldığı cinsel istismar ekleniyor. Çaresiz bir biçimde işleri yoluna koymaya çalışan baba yoğun bir biçimde etkisi altında kaldığı bu savruk yaşamının etkisinden kurtulmayı bir türlü başaramıyor. O, yerel televizyondan terfi edip ulusal bir televizyonda program teklifi aldığında, babası yaşamını yitirir, karısı ise yeni biri ile evlenir. David, sonunda yenilgiyi kabul ediyor ve kendi ifadesi ile modern hayatın onu dönüştürdüğü ‘fast food baba’ rolünü oynamaya devam ediyor.

 

Modern kent yaşamını cazip hale getiren bireyselcilik, sınırsız özgürlük arayışı, kuralsızlık ve maddecilik önce bireyin toplumla ilişkisini tahrip ediyor ardından da aileden başlayarak toplumun önemli unsurlarını kemirmeye başlıyor. Her kesin kendi işine baktığı kentli yaşam biçimi, bir süre sonra toplum bilincini kaldırarak yerine, temeli bireye ve onun hareket alanına dayanan bireyselciliği koyuyor. Batı kültürünün bir özelliği olarak filmde işlenmeye çalışılan maddi bağımsızlık mücadelesi tedavisi uzun yıllar alacak yaraların açılmasına neden oluyor. Otobüse veya gemiye yetişmek için büfeden aldığı soğuk fast food ile karnını doyurmaya çalışan bireyin bu alışkanlığı, kısa bir süre sonra özel yaşamından başlayarak bütün bir hayat alanını etkisi altına alıyor. Hızlı yaşan, hazırcılık, tüketim çılgınlığı, kariyer ve para hırsı, toplumsal sınıf, eğitim ve özel zevk ve eğlencelerin yaşam biçiminin vazgeçilmez unsurları haline geldiği kent kültürü zihni ve bedensel gelişimin bu doğrultuda kullanılmasını beraberinde getiriyor. Nihayetinde David ismi ile sembolize edilen fast food insan tiplemesi günümüz medeniyetinin bir ürünü olarak çıkıyor karşımıza. Kendisini iyiden iyiye bu kültürün akışına kaptıran modern insan, her geçen gün daha az zaman ayırdığı yakın çevresi ve ailesini kaybetmenin sınırlarında geziniyor. ‘Evet, ben doymak için değil, kendimi kandırmak için karnıma boca ettiğim yapmacık, soğuk fast food yemekler gibi fast food bir babayım’ diyen David, cılız bir sesle de olsa, bu kültürün kalelerinden birisi olan Batı’dan, modern kentli olma yolunda mücadele eden ‘bireylere’ varacakları son nokta ile ilgili bir ipucu veriyor: ‘Çok şey kaybettiğimi biliyorum. Para ve büyük iş teklifi de umurumda değil. Şimdi, sadece biraz sevgiye ihtiyacım var!