Bugün Müslümanların Türkiye’de, bölgede ve dünyada oynamaları gereken bir rol var; eğer İslam’ın zamanımızın acılı insanına şifa vereceği düşünce ve iddiasında isek şu sorulara bulacağımız cevaplarda belli bir mutabakat içinde olmamız gerekir: İslamdan ne anlıyoruz? İslami değer ve hükümlerin yolgöstericiliğinde inşa etmeyi düşündüğümüz dünya nasıl bir dünyadır?
Bu sorulara vereceğimiz cevaplar her türlü mülahazanın üstündedir; çünkü mevcut durumda Müslüman kimliğimizle, bizim diğer bütün din ve düşünce sistemlerinden farklı bir konumda ele alınmamızı sağlayacak olan imtiyazımız budur.
İslam’ın kendi sahici (ilahi) amaçları dışında başka (dünyevi, salt siyasi ve ulusal) amaçların gerçekleşmesinde destekleyici bir faktör olarak kullanılması tutumu çok eskidir ve muhtemelen bunun ilk örneklerine İslam’ın ilk nesilleri arasında rastlanabilir. Hatta İslam tarihinde ilk büyük kavga ve çatışmanın tam da bu farklı algı ve misyon yükleme meselesinden kaynaklandığını söylemek mümkün. Mesela Beni Ümeyye’nin kabile çıkarlarını iktidarla pekiştirmek isteyen Muaviye ile İslam’ın manevi mesajını ve İslam Şeriatı’nın ilkelerini esas alan Hz.Ali arasındaki kavgayı buna örnek gösterebiliriz. O büyük ihtilaf ve sebep olduğu kavganın acı sonuçlarını bugün de tatmaktayız. Emeviler’in iktidarına son verip başa gelen Abbasiler de meşruiyetlerini İslam’a dayandırdılar. Fatimi iktidarına karşı mücedele eden Selçuklular, İslam’ın doğru ve meşru yorumu olan Sünniliğin hamileri olarak tarih sahnesindeki yerlerini aldılar.
Bugün de Ortadoğu’da ve İslam dünyasında ulusal bir formu benimsemiş devletlerin büyük bir bölümü meşruiyetlerini İslam’da veya İslam’ın farklı bir yorumunu esas alan bir mezhepte bulmaktadırlar. Aksi tutum da mümkündür: Bazı durumlarda rant beklentisi ile yapılan siyasette karşıtlık ya doğrudan Müslümanlık ya bir mezhep veya Müslüman gruplar üzerinden yapılmaktadır. Bu devletlere bakıldığında iç ve dış politikalarının İslami amaçları gerçekleştirmek üzere düzenlendikleri, en azından siyasi elitlerin iddialarının bu olduğu açıkça görülmektedir.
Hem Batı’da hem Doğu’da tamamen seküler/laik bir dünya görüşünden hareketle bir kalkınma/modernleşme projesi ve ulus devlet meşruiyeti öngören tek örneğin Türkiye’ye ait olduğu söylenebilir. Ne Batı kapitalizmi ne Japon kalkınması dinden bağımsız değildir. Her iki maddi ve dünyevi kalkınmanın gerisinde dini meşruiyet ve motivasyon vardır. Salt seküler proje eğer hedeflerine ulaşabilseydi gerçekten tarihte tek-örnek olma gibi bir özellik kazanabilirdi. Ancak bu projenin en otoriter yöntemlerle hayata geçirildiği yüz yıllık bir tecrübeden sonra kendi hedeflerini gerçekleştirme gibi bir şansa sahip olmadığı ayan beyan ortaya çıkmıştır. Çok sonraları bu sürece katılan Güney Kore, Tayvand, Singapur vb. küçük ülkeler şimdi Türkiye’yi fersah fersah geride bırakmış bulunmaktadırlar.
Türkiye’de bir takım yetkili ve etkili insanlar 1980’lerden sonra bunun bir muhasebesini yaptılar ve salt laik/seküler bir kalkınma projesi yerine meşruiyetini ve motivasyonunu dinden ve dinin beslediği ahlaki değerlerden alan yeni bir projenin ikame edilmesi gerektiğine karar verdiler. Bunu tatbikat sahasına başarıyla koyan rahmetli Özal’dı. Özal’ın, amaçlarının ne olduğunu bile bile, tek parti döneminin tahkim ettiği sıkı markaj kurumsal yapıları çözmesi ve ülkede çevrede birikmiş enerjiyi harekete geçirmek istemesi dolayısıyla “konjönktürde yapılması gereken şeyleri yaptı”ğını söylemek mümkün. Tabii ki dünyevi ve ulusal amaçlar uğruna İslamiyet’in manipüle edilmesine hoş gözle bakılamaz; ama bugün ne yapmamız ve gelecekle ilgili neyi tasarlamamız gerektiğini tam anlmayabilmek için bizim çok yönlü bir özgürlüğe ihtiyacımız var. Özgürlüklerin boğulduğu Ortadoğu’daki durum ortadadır.
Öyle de olsa, konjönktürel özgürleşme bize hakiki amaçlarımızı unutturmamalıdır. Çünkü bazen özgürlük bizim hapishanemiz olabilir.