Olmaz demeyin, oluyor. Hiç ummadığınız bir anda, ummadığınız bir şeye ansızın yakalanıveriyorsunuz. Düşünün, İstanbul’un en büyük camilerinden birindesiniz. Yüzlerce insan, ulvi bir çağrıya uyarak, kutsal bir mekânda, önemli bir farizayı yerine getirmek için saf saf durmuş, bekliyor. Kimileri mağazasını, manavını, kasabını, kahvehanesini, marketini, lokantasını, kitap evini ve kimileri de başka dünyevi meşgalesini bırakmış, bu anlık huzur ve sükûnet için Yaradan’ın huzuruna gelmiş. Her yüzde huşunun o bildik ifadesi. Vakit giriyor, kamet getiriliyor, saflar sıklaşıyor, ardan gelenlerin daha rahat namaz kılmaları için, imam tarafından ricalar ediliyor ve son zamanlarda bu mekânda uygulanmaya başlanan ‘cep uyarısı’ yapılıyor. Bir anda yüzlerce insan, aynı anda, büyük bir hız ve itina ile yan yana diziliyor. Tekbir alınıyor, camiyi derin bir sessizlik kaplıyor. Evet, işte tam o anda, ince fakat tiz bir melodi sesi sessizliği bıçak gibi kesiyor. ‘Berivan’ şarkısının müziği olan melodi, cemaatten birinin cep telefonundan etrafa yayılmaya başlıyor. Israrla susmayan ses imamın sesine karışarak bir anda cami cemaatinin tamamına dinlettiriyor kendini. Olayın devamını 60’ına merdiven dayamış, tuşları, gözlükleri olmadan göremeyen kahramanımızın dilinden dinleyelim:
‘Yahu bir anda beynimden vurulmuşa döndüm. İlkin sesin benden çıktığını fark etmedim. Ama titreşimli olduğu için, benim telefonum olduğunu anladım hemen. Ne yapacağımı şaşırdım bir anda. Şimdi ne halt edeceğim diye düşündüm. Rezil olmama mı, camiye saygısızlık yaptığıma mı yoksa cemaatin huzurunu kaçırdığıma mı yanayım, bilemedim. Utancımdan sırtımdan terler damladı. Yahu meret susmak da bilmiyor. Her vakti camide kıldığım için, arayan kişin bunu dikkate almadığını düşünüp, ona lanetler yağdırıyorum. Kahrolası sus artık diye içimden ezilip duruyorum. Nasıl da unuttun kapatmayı. Kapıda koca koca harflerle yazmışlar, imam da uyardı ama yanlışlıktan mıdır nedir, unuttum kapatmayı. Anlayacağın o namazı nasıl kıldım, o camiden nasıl çıktım bir ben bilirim bir Allah’
Başka ‘yakalanmalar’ da yaşıyoruz:
“Efendim, anlamadım? Otobüsteyim canım. Yok yok, hallettim. Haa, bana bak, sen o salak Yavuz’a söyle, bir daha öyle münasebetsizlikler yapmasın. Bak sana dua etsin, bir daha öyle bir şey yaparsa rezil ederim onu herkesin içinde, haberi olsun!’’
‘Aloo, efendim? Telefoncudayım kızım. Anlamadım? Ne parası? Ha, evet! Salondaki vitrinin en alt çekmecesinde kırk milyon var. Oradan al, gerisini yerine koy. Babana da söyle, bu gün cumartesi, işe gitmiyor. Beyaz gömleğini çamaşır sepetine atsın yıkayayım. Tamam, alırım kızım. Hadi, güle güle.’
‘Lan kerata, şimdi mi geldik aklına? Bayramda niye aramadın eşek sıpası? Büyüdün de adam mı oldun? İyiyim iyiyim, gözlerinden öperim. Tamam, selam söyle sen de. Sana da, iyi akşamlar.’
‘Aaa, sen misin Ali? Ay inanmıyorum! Hayır hayır ne alakası var, rica ederim. İyiyim. Kuyruktayım. Elektrik kuyruğu. Sorma ya, son güne bıraktım. İki saattir sıra gelmedi bana. Öldüm vallahi. Tıklım tıklım burası. Yok canım, ne rahatsız olacaklar, kime ne?’
‘Bana bak, sana defalarca söyledim arama diye! Sende utanma arlanma diye bir şey yok mu?! Dua et ulan. Dua et bankadayım, millet var, yoksa bilirdim sana ne cevap vereceğimi!’
Hayır, ne sizi sıkmaya ne de bu uzayıp giden gereksiz diyalogları yazarak kendimi yormaya niyetim yok. Sadece örnek olması bakımından bir kısmını alıntıladığım bu muhabbetlere, siz hemen hemen her gün tanık oluyorsunuz zaten. Ancak son zamanlarda giderek yaygınlaşan ‘bireysel ve toplumsal yakınlaşmanın’ boyutlarını göstermek açısından, gündelik yaşantımızda rastladığımız söz konusu diyaloglara değinmeden geçmek istemiyorum.
Sahi, siz de farkındasınız değil mi, bu anormal yakınlaşmanın? Her kes her yerde kendi evindeymiş gibi rahat davranıyor artık. Aradaki duvarlar her geçen gün biraz daha inceliyor. Yanı başınızda oturan bayanın evine kadar gidip, salondaki vitrinin en alt çekmecesindeki kırk milyonun bir kısmını alıp, gerisini bırakarak geri dönüyorsunuz. Kocasının giydiği mavi gömlek sizi ne kadar ilgilendirir bilinmez ama telefon muhabbeti aracılığıyla bu gelişmeden siz de haberdar olarak, bu yakınlaşmadan nasibinizi alıyorsunuz. Yavuz’un kim olduğunu, ne kabahat işlediğini bilmezsiniz fakat avazı çıktığı kadar bağıran Mine’yi dinlememek için tek alternatifiniz olan otobüsten inmeyi göze alamazsınız. Ya da bankada, telefondaki muhatabına tehditler yağdıran adamı sıranız veya sırası gelene kadar dinlemek zorunda kalırsınız. Yani bir çekmeceden etrafa saçılan elbiseler gibi, uluorta her yere saçılıyor özel hayatımız, mahremiyetlerimiz.
Bir iddiaya göre İskandinav ülkelerinden birinde kışların çok şiddetli geçmesi üzerine kaybolma ve donma olaylarına karşın, bazı bilim adamlarının yoğun çalışmaları sonucunda geliştirdikleri cep telefonunun böylesi bir sürece hız kazandırması hatta deyim yerindeyse buna neden olması, bir hayli düşündürücü. (Asıl neden bu olmasa bile, cep telefonunun icadının zaruretten kaynaklandığı konusunda zerre kadar şüphem yok.) Teknolojide mi hata teknolojiyi yozlaştıranda mı? Sorguya hangisinden başlamalı? Bir elinde yağlı boya fırçası diğer elinde Nokia-3310 cep telefonu ile sağa sola giden boya işçisi; direksiyonda cep telefonu ile yaptığı muhabbetle, kahkahalara boğulan şoför; ayakkabı boyarken, gelen çağrıya çağrıyla cevap vermek için boyaya ara veren genç boyacı; telefonunu bir üst modeli ile değiştirmek için uğraşanlar ve daha nice marjinal örnekler, eleştiri oklarının teknolojiye değil, teknolojiyi kullanana yönelmesi gerektiğinin en iyi örnekleri arasındadır aslında.
Örneğin, şu “cep” yenileme hastalığı. Alınan vasat bir model, daha sonra çıkacak yeni bir modele gebe oluyor. Her yeni model bir öncekini eskitiyor. Elindeki telefonunu uygun bir fiyata elden çıkartıp, üzerine bir miktar daha para ekleyerek yeni hevesten pay alıyor kullanıcı ve bu böylece devam edip gidiyor süreç. Bununla birlikte insanın doymak bilmez iştahı daha bir semirir, kontrol edilemez hale gelir.
Cep telefonuna gösterilen ilgi, zamanla başka şeylerin değerinden de hırsızlık yaptırır. Bunun en iyi örneği ise kılık-kıyafetinden iyi bir yaşam standardına sahip olmadığı anlaşılan ancak masanın üzerine koyduğu son model bir cep telefonu ile de, cep standardını bir hayli yüksek tuttuğu görülen bir mevsimlik işçi olsa gerek. Sonra, gösteriş ve ‘filancanın modelini çekemezlik’ saplantıları başlar. ‘Ne yani, o 3310 kullansın, arkadaşı 6230!’ Olacak şey mi bu?! Üstelik 3310 artık kapıcıların ve hamalların bile belinde taşınır hale gelmiş!!
Ya o kontörlük muhabbetler! Ne kadar kontör, o kadar muhabbet. Yani, ne kadar ekmek, o kadar köfte! Ani kesilmelerle gelen mahcubiyetler. 8090’lar, 7500’lar, tuşlar, yönlendirmeler, onaylamalar sonra kaldığımız yerden devam! Ayaküstü muhabbetleri gibi ama o muhabbetlerin ruhundan farklı, hisler üstü bir muhabbet adeta! Her kelimenin ardından o uğursuz sesin (kontörün bitmek üzere olduğunu hatırlatan ses) gelmesi korkusuyla toparlaya toparlaya konuşmanın nasıl bir ruhu olabilir, o da ayrı bir muamma. Ancak şu bir gerçek ki, cep telefonu gibi, cep muhabbetleri de temeli tüketmeye ve tükenmeye dayanan bir tutkudan ibarettir. Bazılarına abartılı gelebilir ama bir süre sonra kadim bağların ve iki lafın belini kırmak için gidilen evlerin, içilen çayların, yazılan mektupların, gidilen ziyaret ve çıkılan yolculukların aranan bire nostaljik öğe haline geleceğine inanıyorum. Haberleşmenin kimyasını bozduğu, iletişimin zaruret olmaktan çıkarılıp zevk haline dönüştürüldüğü her ortamda birçok değerin yok olmaya yüz tutacağı, varsayımın ötesinde bir realitedir.
Olurda, kaybedilen bu mezkur değerlerin ardından arama yapıldığında, o bildik sesin duyulması işten bile değildir:
‘Aradığınız değerlere şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar deneyin..!’