Geçen haftaki yazımda iş yükünün artmasında birçok faktörün yanında kültürel faktörlerin önemli bir yer tuttuğunu, özellikle toplumda ortaya çıkan her bir uyuşmazlığın yargıya aktarılmasının ‘çağdaşlık’ veya ‘erdem’ olarak sunulduğunu ve bunun yanlışlığını dile getirmiştim. Gerçekten bu durum toplumun ve bireylerin olağan iletişim kanallarıyla uyuşmazlıklarını çözme yeteneğini önemli ölçüde daraltırken, bunun bir sonucu olarak, toplumsal iletişime zarar vermekte, kültürel sürekliliği engellemekte, bu şekilde toplumsal barışın tesisini imkânsızlaştıran bir etki yaratmaktadır.
Adapazarı’nda bir vaka anlatılır: Adliyede görev yapan yargıcın önüne iki Çerkez’in taraf olduğu uyuşmazlık geliyor. Yurdun çeşitli yerlerini görevi gereği dolaşan, toplumsal ve demografik yapılar ile davalar arasındaki ilişkileri okuyabilen yargıcın tepkisi “Eyvah Çerezler de mahkemelere düştüyse ciddi bir sorun var demektir” biçiminde olur. Hatta Çerkezlerde, düğünlerde silah atmanın sonlanmasını sağlayan olgunun yargı değil, kültürel kodlar ve mekanizmalar olduğu söylenir. Anadolu’nun birçok yerinde, eksilmekle birlikte toplumun uyuşmazlıklarını kendi dinamikleriyle çözümlediğine yönelik örneklere rastlamaktadır. Kuşkusuz ki bununla kültürel ve toplumsal kodlara ve süreçlere mutlak bir üstünlük tanınmıyor. Sorun yargı sisteminin varlığı değil, toplumun tüm sorunlarının çözümünü kendisiyle doğrudan ilgili olmayan, kendi gerçekliğine yabancı üçüncü kişi veya kurumlara aktarmasının yaratacağı sonuçlardır.
İdeolojik filtre olarak HSYK
Avrupa’da birçok sosyal ve ekonomik alanın düzenlenmesi ve uyuşmazlıklarının çözümlenmesi, bu alanın bir parçası olan mekanizmalara bırakılmakta, bu mekanizmaların sorunları çözmede yetersiz kaldığı yerde, gerek kural koyma, gerekse yargı yolunu çalıştırma biçiminde ‘devlet’ ve ‘egemenlik’ araçları devreye girebilmektedir. Yaşamın tüm alanını hukuksallaştırma ve yargısallaştırmaya olumsuz bir anlam yükleyen Avrupa için bu yadırgatıcı değildir.
Toplumun sorun çözme ve iletişim kurma yeteneğini bütünüyle yitirmesi ve bunun da bir çağdaşlaşma göstergesi olarak sunulması herhalde Türkiye
tipi modernleşmeyi Avrupa’dan ayıran sayısız örneklerden birisidir.
Ancak en önemlisi ve yakıcı olanı yargıdaki ideolojik yapının inşa biçimidir.
Bilindiği gibi Türkiye yargısı, 1930’lu yılların Tek Parti ideolojisine göre biçimlenmiştir. Uygulama ve kültürüne bakıldığında halen Tek Parti’nin ideolojik söylemlerinin ‘hukuk’ adı altında genel kabul gördüğünü söylemek mümkündür. Yalnızca Ergenekon yargılamaları çerçevesinde ortaya çıkan “yüksek yargısal müdahalelere” bakmak yeterlidir.
Yargının 1950 yılına kadar Tek Parti memuru olması, onun ideolojik aygıtı olarak çalışmasını mümkün kılmış hatta normalleştirmiştir. Öyle ki 1950’den sonra iktidarın el değiştirmesiyle birlikte ortaya çıkan “bünyeye aykırı müdahaleler” 27 Mayıs Darbesi’yle etkisizleştirilmiş, Demokrat Parti döneminde yargıya dâhil unsurlar ayıklanarak yargı yeniden eski ‘normal’ine kavuşturulmuştur.
Hâkim ve savcıların disiplin yönünden denetlenmesi, terfileri ve Yargıtay veya Danıştay üyeliğine seçilmesi konusunda militarist özerk yargı kurulları yetkilendirildi. 27 Mayıs Darbesi’yle ilk defa anayasal düzene aktarılan bu kurullar önce Yüksek Hâkimler Kurulu ile Yüksek Savcılar Kurulu adını taşırken, 12 Eylül Darbesi’nin ardından kurul tüm hâkim ve savcıları kapsayacak şekilde HSYK adını aldı.
Mevcut yargı sisteminin darbeci Tek Parti ideolojisinin uygulama araçlarından biri olarak varlığını devam ettirmesi için HSYK, Yargıtay ve Danıştay arasındaki ilişkinin de düzenlenmesi gerekiyordu. HSYK ideolojik testlerden geçenleri Yargıtay ve Danıştay’a üye olarak seçecek, bu iki üst kurum da HSYK, YSK üyeleri ve AYM’nin yargıç kökenli üyelerini seçecekti. İdeolojik filtre olarak HSYK çalışacaktı. Ancak bu filtreye ilişkin puanlama sisteminin de kurulması gerekiyordu.
Türkiye’de yargıç ve savcıların yükselmeleri için Yargıtay ve Danıştay’dan belirli sayıda dosya geçirmeleri gerekiyor. Yargıçlar bakımından anlatırsak: Her bir yargıcın terfi etmesi için yılda belirli sayıda dosyayı Yargıtay’a temyize göndermesi gerekmektedir. Bu temyiz incelemesinin sonucunda yargıç “zayıf, orta, notsuz, iyi, pekiyi” biçiminde notlar almaktadır. Bu, yargıçları hem iyi not almak için mümkün olduğunca fazla davayı temyize göndertip mümkün olduğunca daha fazla olumlu puan almak şeklinde eğilime sevk etmektedir. Kuşkusuz ki bu eğilimin ilk sonucu, tarihsel ve ideolojik eğilimleri iyi bilinen Yargıtay’ın ideolojik tercihlerine göre karar verme pratiğinin ve kültürünün gelişmesidir. Vatandaşların bir karardan memnuniyeti terfi bakımından hiçbir anlam ifade etmemektedir. Kimi zaman vatandaşların memnuniyetine rağmen, sırf puan almak için davalar temyize gönderilmekte, bazen kararın temyize gönderilmesi adeta dayatılmakta, bunun için bilinçli olarak teknik yanlışlıklar yapılmaktadır. Hatta yargıçların mübaşirlerle işaretleşip, bir şekilde davalı veya davacıyı temyize yönlendirdikleri dahi adliyelerde dile getirilmektedir. Bir bakıma adalet dağıtma görevi üstlenen yargıçlar sistem sayesinde, hasbelkader ortaya çıkmış ve vatandaşın vicdanında olumlu bir yer edinmiş adaletli bir kararı, Yargıtay incelemesine sevk edilebilmekte, bu şans dahi ortadan kaldırılmasının aktörüne dönüşebilmektedir.
Terfi sistemi nasıl işliyor?
Bu sistem sayesinde Türkiye yargısında geçerli kural “ne kadar temyiz o kadar iyi; ne kadar ideolojiye uygun karar, o kadar makbul yargıç” kuralıdır. Yargıtay ve Danıştay’ın bu şekilde ideolojik eksende yaptıkları puanlamalar HSYK’ya iletilmektedir. HSYK bu puanlamaları esas alarak yargıçların terfisine karar vermekte, hangi yargıcın birinci sınıfa ayrılabileceğini belirlemektedir. Bu şekilde çalışan terfi sistemi, ancak ideolojik yönden homojen bir “birinci sınıfa ayrılmışlar kümesi”nin doğmasına yol açmaktadır. En son olarak Yargıtay veya Danıştay üyeleri bu ‘küme’den seçilmektedir. Yargıtay ve Danıştay’a son 20 yılda seçilenler, onların verdikleri kararlar ve seçimlerde verdikleri oylarla HSYK, YSK ve Anayasa Mahkemesi’ne gidenlerin profili araştırıldığında sistemin nasıl başarılı olduğu ortaya çıkmaktadır. Son yılların karar analizleri dahi bu sonuçlara ulaşmak için yeterlidir.
Bu sistemin hem yargı bağımsızlığı, hem de toplumun adalet beklentileri bakımından bir felaketle sonuçlandığı açıktır. Ancak bu tablonun iki yaşamsal sonucu vardır. Bunlardan birincisi neredeyse tüm davaların yeniden incelenmek üzere Ankara’ya, yani Yargıtay ve Danıştay’a gönderilmesidir. Yargıtay’daki iş yükünün yüzde 30’unun bu notlandırma sisteminden kaynaklandığını söylemek abartılı olmaz.
Yargıtay’ın bundan neden rahatsızlık duymadığı ve neden sistemin değişmesi yerine fazla daire kurarak iş yükü sorunuyla mücadele yöntemini tercih ettiği, bir sonraki yazının konusunu oluşturmaktadır.
Doç. Dr. Osman Can; Anayasa Mahkemesi eski raportörü, Anayasa Hukukçusu
Kaynak: Star