Bizde, üzerinde ittifak edilmiş bir “laiklik” tanımı yok. Bunun için de ortada biribiriyle örtüşmeyen tanımlar kavram kargaşasına yol açtığı gibi siyasi alanda da hep gerilim üretmektedir. Laiklik zemininde durarak bir iç mücadele veren kesimler, ortaya, liberal yorumlar sundukları gibi tahakkümcü yorumlar da sunmaktalar. Bu meyanda belirgin iki hattın ortaya çıktığını görüyoruz.

Birincisi, “laiklik”i devletin dinler ve ideolojiler karşısında tarafsız duruşu ve onların güvencesi olarak tanımlayan kesim. “Muasır medeniyet” vurgusu hakikatinde bu tanımla tecelli etmektedir. Çünkü, Türkiye’de muasır medeniyetten kasıt hep Batı Avrupa medeniyeti olmuştur. Bugünün dünyasında bu medeniyetin Avrupa Birliği ile özdeşleştiğini herkes bilir.
Bunlar, devletin inançlar karşısında adil ve tarafsız olabilmesi için hukuk çerçevesinde hareket etmesinin zaruretine inanırlar. Buna göre toplumsal çoğunluğun hakları korunacağı gibi azınlıkların da hakları mutlaka korunmalıdır.

Laiklik bir yaşam biçimi olmaktan çok, farklı dünya görüşlerinin birbirine müdahale etmeden özgürce yaşayacağı bir sistemin adıdır, o kadar. Sözün özü, laiklik özgürlüklerin teminatıdır; bu ister dinî özgürlükler olsun ister lâ dinî, farketmez.

Baskıların karşısında, hürriyetlerin maksimum düzeyde kulanılmasından yana olan bu kesim, kendi içerisinde farklı ideoloji ve inanç tabanlarından gelmekte olan demokrat kesimi oluşturur; bunlar arasında solcular, sağcılar ve liberaller olduğu gibi muhafazkârlar da vardır.

Evet, yanlış okumadınız, muhafazakârlar da vardır. Bu muhafazakârların başka bir yazıda başlı başına ele alınması gerekmektedir. Ama şuna da işaret etmeden geçemeyeceğim.

Bu muhafazakâr laikler, laikliğe teolojik bir çerçeve bile getirmeye kalkabilmektedirler. Meselâ, Allah’ın hâkimiyeti”ni kozmik hâkimiyet olarak tefsir etmek, bu hâkimiyetin siyasal hakimiyetle uzaktan yakından alakası olmadığını iddia etmek gibi.

Bunların arasında kimler yok ki? İlahiyatçı kimliğiyle ortalıkta ahkam kesenlerden Başbakan’a danışmanlık yapan eski İslâmcılara varana kadar geniş bir yelpâzede endâm ederler. Dinî özgürlüğün teminatı laikliktir, derler.
Bir de bunun karşısında yer alan Jakoben laikçiler var. Laikliğin tanımlanmasına özellikle karşı çıkar bunlar. Böylece, tanımsız bir laikliği istedikleri gibi militanca yorumlayabilecek, indî yorumlarla istedikleri kesimleri düşman sınıfına yazabilecekler.

Bu kesimin Cumhuriyet elitleri olduğu malum. Kendilerini müesses nizamın sahibi görüyorlar. İşin ilginç tarafı, bunların sloganlaştırdıkları ideolojik retorik, hedefini, “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” olarak kor. Bu ideolojik angajmana rağmen, şimdilerde, kanka oldukları Batı ile kavram sorunsalı yaşıyorlar.

Bu çelişkinin yegâne sebebi, bunların ideolojik kuruntularının çıkarlarını korumaya yetmiyor olmasıdır. “Muasır medeniyet” hedefi bir bumerang gibi onları vurmaya başladı. Zira, çevre, sancılı bir süreçle de olsa demokratik sürecin bir gereği olarak merkeze taşınıyor. Bu yüzden de onlar, kutsal kavramlarını yemeye başladılar.

Taha Akyol’un Başbakan Tayyip Erdoğan’la yaptığı mülâkat gâyet yerinde tesbitler içeriyor. Sayın Akyol’un yazısından çevrenin merkeze taşınmasıyla ilgili bölümü dikkatlerinize sunuyorum: Başbakan şöyle diyor (sd):
“- Biz periferideki, çevredeki insanlarımızı ekonomik ve kültürel olarak da merkeze taşıma misyonunun partisiyiz. Onun için 'adalet' diyoruz, 'kalkınma' diyoruz. Çağdaşlaşmanın toplumsal motoru budur. Merkez ile çevre arasında ekonomik ve kültürel farkların aşılması; hak eşitliğinin geliştirilmesi, siyasi alanda demokratik temsilin güçlendirilmesi; çağdaşlaşma bu değil mi?.
Başbakan ekonomik büyüme ve kamu hizmetleri alanında rakamlar veriyor; Anadolu kalkınması ve varoşların kentlileşmesi; özeti bu...
- İşte merkez ile periferiyi birleştiriyoruz. Belediye başkanıyken buna çalıştım, başbakan olarak da buna çalışıyorum! Türkiye'nin bütünlüğü böyle güçlenir.

Veda edip ayrılırken düşünüyorum: Tarihimizin iki kalın çizgisi; biri "periferi"deki milyonlarca vatandaşı "Faso fiso vatandaşlar, Haso'lar, Memo'lar" diye aşağılayıp kendisini "gerçek asıl yurttaşlar" diye imtiyazlandıran merkezci-elitist çağdaşlaşma çizgisi.

Öbürü, Menderes'ten beri, "periferi"yi merkeze getirmenin ekonomik ve sosyal politikalarına öncelik veren çağdaşlaşma çizgisi...” (Milliyet: 17-05-2007)

Kavram yeme dediğim husus, tam da bu yüzden yaşanıyor. Put, geniş toplum kesimlerinin sandığı gibi ağaçtan ve taştan yontma, kalıplara dökülmüş şekil ve sûretlerden ibaret nesneler değildir. Asıl put, bu şekil ve sûretlerin, ideolojilerin, kavramların arkasına sığnmış, kendi arzu ve isteklerini onlar aracılığıyla tahkim eden aramızdaki kanlı canlı beşer cinsinden mahlûklardır.
Bu kavram ve ideolojiler, sûret-i haktan gözükebilmek için, ihtiyaç duyulan kamuflaj malzemeleridir. Olan da geniş halk kitlelerine ve malum sloganlara inanmış insanlara olur.