Önceki yazımda ülkenin sancılı bir süreçten geçtiğinden bahsetmiş ve bu süreçte aktif olarak yer alan halk müziği sanatçısı Tolga Çandar"ın tutumunu tartışmıştım. Ankara ve İstanbul"da yapılan mitinglere katılan Tolga Çandar"ın tuhaf ve agresif tavırlarına dikkat çekmiş, bu tavırların sanatçıyı toplum nezdinde küçük duruma düşürecek sonuçlar doğuracağını söylemiştim. Bu yazımda yine aynı tarafın diğer önemi bir aktörü olan bazı medya kuruluşları ve yazarlardan söz etmek istedim. Bu kuruluşların isimleri, hangi köşe yazarları ve program yapımcılarının bu gruba girdiği herkesin malumu olduğundan, ayrıntıları bir kenara bırakarak bu tutum içinde olan medya anlayışının insanı adeta çileden çıkaran davranışlarından birkaç örnekle bahsetmek istiyorum.

 

Altını önemle çizmek istediğim nokta, bu anlayışı benimseyen kişi ve kurumların artık bir çıkmaza girdikleri gerçeğidir. Hatırlayanlar bilir, bu medya organları, Kasım 2002 seçimleri öncesinde hummalı bir karalama kampanyası başlatmıştı. Ülkemizde ciddi bir hafıza sorunu olduğu doğrudur ancak neyse ki o döneme ait yayınlar arşivlerde olduğu gibi duruyor. "Muhtar bile olamaz" (aslında olmamalıdır anlamı taşıyordu) dedikleri kişi, seçimlerde eşi görülmemiş bir başarı yakalayarak, başbakanlığa kadar uzanan bir gidişatın kapısını açmıştı. O günlerde bazı medya gruplarının kişisel hak ve özgürlükleri nasıl ezip geçtiğini, söz konusu kişinin milletvekili olmaması için türlü hilebazlık ve sahtekârlıklarla nasıl karalama kampanyaları başlattıklarını, sözüm ona demokrat ve hukukçuları (Hatemi hocanın deyimiyle "gugukçuları") ekranlara çıkarıp hezeyanlarıyla insanları yönlendirmeye çalıştıklarını benim gibi milyonlarca insan da unutmamıştır. Ama görülen o ki, yoğun siyasi ve hukuki tartışmaların yaşandığı şu günlerde, bu medya grubu yine topu tüfeğini alarak meydana inmiştir. Ekranlarda bir demokrasi hazımsızlığıdır gidiyor. İşte hazım sorunu yaşayan medya ve saz arkadaşlarının tavırlarından birkaç örnek:

 

Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin başladığı günlerden bu yana yaptıkları yayınlarla olağan üstü bir menüple savaşı başlatan "en büyük medya grubu", büyük gazetesinden en küçük yayın organına kadar cansiperane bir direniş örneği sergiliyor. Akla hayale gelmeyen hinliklerle, akla ziyan yayınlar yapıyor. Mesela bu medya grubu TBMM Başkanı Bülent Arınç"a karşı özel bir husumet besliyor. Neredeyse Arınç"ın ağzından çıkan her söz üzerine birer program yapılıyor, uzun tartışmalar aralanıyor. Son olarak tamamen kendi aralarında uydurdukları "Arınç, Başbakan"a ya ben ya sen ya da Gül olsun, yoksa ben çıngar çıkaracağım" sözü ile Arınç"a karşı bir medya linçi başlattılar. Arınç defalarca ben öyle bir şey söylemedim dedi. Ama bu grup Arınç"ı yıpratmayı kafasına koymuştu bir kere. Bu tartışmaların kendisini üzdüğünü söyleyen Arınç, bir basın toplantısında "haysiyetim ve şerefim üzerine yemin ederim ki, ben böyle bir şey söylemedim. Partideki herkes benim dostumdur ve dostlarıma karşı böyle bir ifade kullanmaktan haya ederim. Eğer böyle bir şey söylediğimi iddia edenlerin dayandıkları bir delil varsa, buyursun söylesinler. Yoksa da ben onları kendi vicdanlarına havale ediyorum."  Dedi. Aslında Arınç"ın onları vicdanlarına havale etmesi, kendileri açısından bir sorun teşkil etmiyor. Çünkü onların taşıdıkları bir vicdandan söz etmek zaten mümkün değil. Bunun en güzel örneği de, bu basın toplantısından sonra gazete ve internet sayfalarına attıkları başlıklardı: "Arınç Çark Etti: Ben Söylemedim.!"

 

Yine cumhurbaşkanlığı seçiminde başlattıkları bir kampanya ile kenarda kıyıda kalan ne kadar şovenist, cuntacı, yasakçı, seviyesiz ve kinci gazeteci, yazar ve akademisyen varsa hepsini boy boy televizyon ve gazetelere çıkararak sözüm ona fikir ve düşünce fırtınası oluşturmaya çalışıyorlar. Konuk ettikleri bu insanlar, önceki süreçlerden alışık olduğumuz düzeysiz ve bilgiden yoksun görüşleri ile insanların kafalarını karıştırmaya çalışıyor. Kimi adayların isimlerini bilmiyor, kimi kavramların ne anlama geldiğini bilmedikleri için gülünç duruma düşüyor, kimi canlı yayına bağlanan alanlarının uzman isimlerinin sordukları sorular karşısında "umarım öyledir" diyerek düştükleri onur kırıcı durumu örtbas etmeyle uğraşıyor, kimi de sinirlenip "Türkiye laiktir laik kalacak" sözünü tekrarlayıp işin içinden çıkmaya çalışıyor. Program sunucuları davet ettikleri konunun uzmanı olan, tutum ve davranışları ile demokrasiden yana tavır alan isimlere söz hakkı vermiyor, sözlerini sık sık başka sorularla kesiyor ve bazen de henüz sürelerini doldurmadıkları halde stüdyodan yolcu ediyorlar. Bu tavırları en fazla sergileyen yayın organı olan "tarafsız haber kanalı", her tartışmalı gelişmeden sonra, ekrana çıkardığı tek tarafın sözcüleri ile tartışma platformu oyunu oynuyor. Hepsi aynı kumaşın bezleri olan gazeteci, akademisyen ve hukukçular, "sarı logolu televizyonun" ekranından gergin yüzleri ve ses tonlarıyla "çoğunluk her şey demek değildir" nakaratını tekrarlayıp duruyorlar.

 

Üniformalarını çıkarıp, sivil elbiselerini giyerek cumhuriyet mitingleri düzenleyen dernek, vakıf ve siyasi parti organları ile el ele veren aynı medya cephesi, duyanları şaşkına çeviren yayınlarıyla adeta birer ibret tablosu oluşturdular. Yapılan mitinglere katılımın "milyonlarca" olduğunu dillerinden düşürmeyen muhabirler, canlı yayın konukları ve internet siteleriyle, günlerce ara vermeden yayınladıkları miting yayınlarıyla mitinge katılanları bile isyan ettirdiler. "Mitingi solculardan çok sağcılar oluşturuyordu" diyecek kadar şirazeden çıkmış gazeteci konuklar, "kalabalık hep bir ağızdan sol"a birleşin çağrısı yapı" gibi cümlelerle ne kadar komik duruma düştüklerinin farkına bile varmıyorlardı. Çoğunluğu sağcılardan oluşan kalabalık, neden sol"a birleşin diye feryat eder bilinmez ama bilinen bir şey var ki, o da bağnazlık ve gözü kara tutuculuğun aklı başında görüntüsü veren insanları bile ne kadar komik bir duruma düşürdüğüdür. Kameraları kalabalıklar üzerinde yüzlerce kez götürüp getiren TV kanalları, stüdyodaki konuklarına da "halk yürüdü, halk Ak Parti"yi uyardı, ne diyorsunuz" gibisinden yönlendirici sorular yöneltiyordu. "Sarı amblemli haber kanalı" her ne kadar genelde istediği cevapları alsa da, ağırladığı bazı sağduyulu gazetecilerden payına düşen cevapları da almıyor değildi. Bu cevaplardan birini de eski bir politikacı olan Hasan Celal Güzel vermişti: "Bazı şehirlerde yürüyen birkaç yüz bin kişiyi alıp "halk şöyle dedi, halk böyle dedi" demek, ya cahilliğin ya da art niyetin belirtisidir. 70 milyon insanın içinden birkaç yüz bin kişi çıkıp yürümüş diye, milyonlarca insanın oyunu almış ve bir o kadar kişinin de politikalarını büyük ölçüde benimsediği bir iktidarın çizgisinden vazgeçmesi beklenebilir mi? Hadi şunu da ben size sorayım; ya bu yürüyüştekilerin aksini düşünen milyonlarca insan yürümeye kalkarsa ne olacak?”

 

Bireyler gibi kurum ve yayın organları da, düşündükleri ve inandıkları şeyleri belirtmek konusunda özgürdürler. Ama söz konusu olan habercilikse, burada yapılması gereken öncelikli şey gelişmeleri objektif bir anlayışla kitlelere ulaştırmaya çalışmaktır. Düşüncesi kemikleşmiş, hayatı dar bir pencereden bakmayı alışkanlık haline getirmiş ve iki dakika önce ne dediğini aklında tutamayacak kadar gözünü kin bürümüş köşe yazarlarına diyecek bir şeyim yok. Ama bu tür yayınlara yer veren medya organlarının unuttuğu gerçeği hatırlatan bir vatandaşın ilginç davetini sizlerle de paylaşmak istiyorum. Bir TV kanalı, dükkânının önünde duran satıcıya "Çağlayan"da düzenlenen mitingle ilgili ne düşünüyorsunuz" diye sordu. Satıcı tebessüm ederek verdi cevabını: "Onlara bir şey diyemem ama herkesi 23 Temmuz 2007"de düzenlenecek olan Cumhuriyet Mitingi"ne davet ediyorum!"